Anne, 12 Haziran 1929’da Almanya’nın Frankfurt şehrinde Edith ve Otto’nun kızları olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona Annelies Marie Frank adını verdi. Annesi, babası ve ablası Margot ile Frankfurt’ta bir apartman dairesinde yaşıyorlardı. Babası Otto, bir banka görevlisiydi. 1929’da yaşanan büyük buhran sonra, babasının işleri kötüye gitmeye başlamıştı. Bundan daha kötüsü olamaz dediğimiz her andan sonra tam olarak daha kötüsü olurdu. Olaylar art arda sıralanacaktı. Naziler, 1933’te iktidara gelmişti. Otto, işlerinin de kötüye gitmesi sebebiyle, iş bağlantılarının olduğu Hollanda’nın Amsterdam şehrine gitmenin yollarını aramaya başladı. Önce baba, ardından da ailesi gitti. Ancak bir süre sonra Adolf Hitler Hollanda’ya da girdi ve buradaki Yahudilere de Almanya’dakiler gibi kısıtlamalar getirildi. Anne, ablası Margot ile birlikte sadece Yahudilerin eğitim gördüğü okula kaydoldu. Öğretmenleri de tıpkı kendileri gibi kaçak bir Yahudi idi. Burada herkes kuşkusuz aynı kaderi paylaşıyordu. Anne, burada Nanette ile tanıştı sıra arkadaşıydı. Zamanla en yakın arkadaşı oldu. Onu en az ablası kadar çok seviyordu. Buradaki her öğrenci, bir çocuk olmasına rağmen, ikinci sınıf insan olduğunu biliyordu. Bu yüzden aynı kaderi paylaştığın insana sımsıkı tutunmak hiç de zor değildi. Bir daha asla evlerine dönemeyeceklerini, hatta öldürüleceklerini biliyordu. Bu çok soğukkanlı bir bekleyişti. Anne, Nanette ile bir kere daha yine aynı şekilde karşılaşacaktı. İşte Anne yazmaya bu küçük yaşam alanında başladı. On üçüncü yaş gününde ona hediye edilen ajandayı bir günlük olarak kullanmaya başlamıştı. Aslında hediyesini ilk aldığı günlerde de yazıyordu ama burada bu işi her gün yapacaktı. Ajandanın hikayesi böyle bir zaman için ziyadesiyle anlamlıydı. O günlerde saat 8’den sonra sokağa çıkmak yasaktı. 12 Haziran 1942’de Anne on üçünü yaşına girerken, ona bir doğum günü partisi düzenlemek istediler. Aslında çocukların akşamüstü birbirini görmesine imkan yoktu. Ancak bugün için öğretmenlerinin de yardımıyla bir yolunu buldular. Anne için küçük bir parti organize edebilmişlerdi. Ailesinden gelen hediye işte bu ajandaydı. Yıllar sonra milyonlara ulaşan bir günlüğe dönüşecekti. Anne ve ailesini Ağustos 1944’te birileri ihbar etti. İhbarcının kim olduğu asla öğrenilmedi. Frank ailesi, saklandığı yerde bir baskınla yakalandı ve apar topar alındı. Ailenin her bir üyesi başka kamplara gönderildi. Anne’nin çok hayali vardı. Yaşadığı ne varsa bundan bir kitap çıkacaktı. Yeniden ailesine kavuşma umudunu ise, asla kaybedemezdi. Bunu ise kocaman gülümsemesi ile perçinliyordu. Hayata hep gülümsüyordu. O gülen yüzüyle, özünde mutluluğu keşfetmiş bir çocuktu savaşa rağmen… Ancak zayıflayan bedeni buna izin vermeyecekti. Tifüse yakalanmıştı ve savaşın son bulmasına iki ay kala, Şubat 1945’te, yaşamını yitirdi. Yaşadıklarının belki hepsini ama hissettiklerinin çoğunu yaşamadan hayata gözlerini kapadı… Küçücük kalmış bedeninde, incecik parmaklarıyla yazmaktan hiç vazgeçmediği günlüğünü bıraktı geriye. Anne’nin yaşamı, ruhu yaş almış bir çocuk olarak son bulmuştu.
Anne Frank’ın Hatıra Defteri
Anne’nin incelikle dokuduğu günlüğü babasına ulaştı. Babası Kızıl Ordu’nun gelmesiyle kamptan kurtulmuştu. Kızının günlüğünü defalarca okudu. Daha sonra Nanette ile tanıştı. Kızının günlüğünü yayımlamayı düşünüyordu. Düşüncesini kızının son zamanlarını geçirdiği Nanette ile paylaştı. Herkesin görüşü günlüğün basılması yönündeydi ve günlük, savaşın ardından, 1947’de “Anne Frank’ın Hatıra Defteri” adıyla kitap haline getirildi.
Günlük, acının cümlelerle resmedilmiş hali gibiydi. İlk yazmaya başladığında okuldaki arkadaşlarından, yaşananlardan bahseden bir çocuk vardı. Ancak 25 ay bir yerde saklı kalmak ve sonrasında kampa sürüklenmek onu olgunlaştırmıştı.
Günlük, 30 milyondan fazla sattı ve 67 dile çevrildi. Hatta bazı ülkelerde de müfredat kitapları listesine alındı.
Acıyı günlüğün bir yerinde şöyle anlatıyordu:
“Böylesi zamanlarda yaşamak zordur: içimizdeki idealler, hayaller ve umutlar yaşamın acımasız gerçekleri yüzünden paramparça olur… Hayatımı kaos, acı çekme ve ölüm üzerine kurmam mümkün değil. Dünyanın yavaş yavaş vahşete büründüğünü görüyorum bir gün bizi de yok edecek olan fırtınanın sesini duyuyorum milyonlarca insanın acı çekişini hissediyorum”.
Savaşın ardından
Savaş, 9 milyon insanın ölümüyle sonuçlanmıştı. Elbette hayali ve hayatı yarım kalan tek kişi Anne değildi.
Anne hayatta olmamasına rağmen savaşın izlerini tüm emeği ile aktardı. En yakını Nanette ise, hayatta kalmayı başarmıştı. Kendine bir aile kurup yaşamına bir düzen getirdikten sonra Holocaust faciasını dünyanın her bir köşesine gidip üniversitelerde anlatmaya başladı. Çünkü biliyordu, hayatta kalma şansı bulduysa, bunu başaramayanlar için konuşmak zorundaydı. Belki de içten içe en çok Anne için…
Yeryüzünde savaşın son bulması dileğimle…