Bir yanımız marketlerde indirim kovalamaktan yorgun düşmüş, bir yanımız masanın üzerine sığmayan tabaklarda ne yiyeceğini şaşırmış. Türkiye öyle bir çelişkinin içinde ki aynı sokakta hem açlıkla mücadele eden bir çocuk hem de obeziteyle boğuşan bir yetişkin görmek mümkün. Kimse mutlu değil, kimse doyduğunu hissetmiyor. Çünkü açlık da tokluk da artık sağlıksızlaştı bu ülkede…
Yoksulluk artık sadece “para yok” demek değil. Yoksulluk bugün markette sebze-meyve reyonunun önünden geçerken eli boş dönmek. Yoksulluk, çocuğuna yoğurt yerine ekmek arası makarna vermek. İşin acı tarafı şu ki, artık açlık zayıflıkla değil, obeziteyle kol kola. Çünkü en ucuz yiyecekler en sağlıksız olanlar. Bir paket cips, bir meyveden ucuz… Bir litrelik gazlı içecek, bir şişe sütten daha ucuz.
Öte yandan diğer tarafta “aman diyetim bozulmasın” diye organik marketten bin liraya badem alanlar var. Her gün spor salonunda ter atıp akşam detoks suyunu yudumlayanlar… Aynı şehirde yaşıyoruz ama başka gezegenlerde gibiyiz. Biri aldığı kaloriyi yakmak için uğraşırken, diğeri ekmekle karnını doyurmaya çalışıyor. Ne garip değil mi?
Devletin açıkladığı rakamlarla, halkın yaşadığı gerçeklik arasında uçurum var. Enflasyon rakamı düşük çıkıyor, ama halkın sofrasındaki tabak da çay da peynir de küçülüyor. İnsanlar artık kalori hesabı yapmıyor, lira hesabı yapıyor. Neyin doyurucu olduğuna değil, neyin ucuz olduğuna bakılıyor.
Gıda fiyatları arttıkça, insanlar ucuz olanın peşine düştü. Ama ucuz olan her zaman sağlıklı olan değil. İşlenmiş gıdalar, katkı maddeleri, bol yağ ve şekerle hazırlanmış ürünler rafları dolduruyor. Bunlarla büyüyen çocuklar, hem sağlıksız besleniyor hem de geleceklerini tüketiyor. Zayıflık artık sağlıklı bir şey değil, bazen yalnızca “hiçbir şey yiyememek” demek.
Şehirlerde sokaklar ayaküstü yemek zincirleriyle dolarken, kırsalda insanlar hâlâ kendi ürettiğini tüketmeye çalışıyor ama o da yetmiyor. Mazot pahalı, gübre pahalı, hayvan yemi ateş pahası. Üretici üretemiyor, tüketici tüketemiyor. Arada kalan halk ise ya yetersiz besleniyor ya da sağlıksız besleniyor. Her iki durum da sağlığı tehdit ediyor.
Yoksulluk artık yalnızca karnı aç bırakmıyor, bedeni de hasta ediyor. Türkiye’de obezite oranı son yıllarda patladı. Neden mi? Çünkü ucuz olan her şey kilo yapıyor. Ekmek, makarna, pirinç, şeker… Bunlarla beslenen bir aile için kilo almak kaçınılmaz oluyor. Obezite artık sadece refahın değil, yoksulluğun da bir sonucu.
Öte yandan, zayıflık da artık estetik değil, çaresizlik. Zayıf olmak için diyet yapanlar başka, zayıf olduğu için utanıp kolunu kapatanlar başka. Ülkenin bir kısmı fazla kilolardan şikâyet ederken, diğer kısmı haftada bir et görebildiği için kemikleri sayılıyor. Bu nasıl bir düzen?
Bu çarpık düzenin içinde kimse huzurlu değil. Tok olan da mutsuz, aç olan da. Çünkü her iki uç da insanın ruhunu kemiriyor. Tokluk da açlık da kontrolsüzleşince, beraberinde suç oranı artıyor, sağlık sistemi çöküyor, insanlar birbirine yabancılaşıyor. Sofralar küçüldükçe, dertler büyüyor.
Türkiye’nin en büyük sorunu sadece yoksulluk değil; adaletsizlik. Sofralarda, raflarda, sağlıkta, yaşam kalitesinde büyük bir uçurum var. Bir tarafımız obeziteyle mücadele ediyor, bir tarafımız bir deri bir kemik. Bu uçurum kapanmadıkça ne sağlık kalacak elimizde ne huzur. Aç gözlülükle yapılan her lüks harcama, bir başkasının açlığına çarpıyor bu ülkede. Ve bu çarpışmanın sesi artık çok yüksek. Duyan var mı?