Bugün size gerçekten acayip bir davadan daha anlatacağım.
Diyarbakır 1 Nolu Yüksek Güvenlikli ceza İnfaz kurumunda yaşanan bir hak ihlaline yönelik açılan tazminat davası Türkiye hukuk sisteminin adeta başını döndürdü. 4 ayrı mahkeme “ben bu davaya yetkili değilim” gerekçesiyle davayı reddetti.
Ama önce bu dava nereden kaynaklandı, nasıl açıldı onu aktarayım size.
Bazen bir hayat, sadece 10 dakikalık bir telefon görüşmesinin içine sığar. O 10 dakika; bir evladın babasından, bir annenin eşinden, bir insanın aile bütünlüğünden vazgeçmemek için direndiği zamandır. Ama bazen bu, ceza infaz kurumlarının gri duvarlarının ardında, 10 dakika bile bir lüks haline getirilebiliyor.
Amerika’da eğitimini sürdüren Üniversite öğrencisi 2022 Eylül’ünden 2024 Temmuz’una kadar tam 20 kez Diyarbakır Cezaevindeki babasıyla yasal hakkı olan telefon görüşmesinden mahrum bırakıldı. Ve bu keyfi uygulamalar karşısında devlet suskun, kurumlar kör, hukuk ise sürekli yeniden sınanır hale geldi. O da bu durumu defalarca dilekçeleriyle Türkiye İnsan Hakları Eşitlik Kurumuna, CİMER’e yazdı başvurdu.
Olayı kısaca Amerika’daki kız çocuğunun anlatımıyla aktarayım size; ‘’Ben Diyarbakır 1 Nolu Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutulan bir mahpusun kızıyım. Üniversite öğrencisiyim. Her hafta babamla hakkımız olan telefon görüşmesini yapmak için saat farklarını gözeterek, derslerimi bölerek, psikolojik olarak hazırlık yaparak bekledim. Ancak neredeyse her görüşme ya hiç başlatılmadı ya da daha başlar başlamaz kesildi. "Baba-kız mısınız?" gibi absürt bir gerekçeyle yasal haklarımız engellendi. Oysa UYAP kayıtları, retina taramaları, kimlik belgeleri ortada. Hatta kurumun verdiği disiplin cezaları defalarca Diyarbakır İnfaz Hakimlikleri tarafından iptal edildi. Mahkemeler karar verdi ama cezaevi yönetimi tanımadı. Mahkeme kararlarını uygulamamakla yetinmeyip, uygulamama ısrarı gösteren bir yönetim anlayışı ile karşı karşıya kaldık.
Ama daha acısı, görüşme içeriklerimiz tutanak haline getirildi. Ebeveyn-çocuk arasında geçen özel konuşmalar kuruma ait belgelerde alenileştirildi. Bu, yalnızca özel hayatın gizliliğinin ihlali değil, aynı zamanda açık bir devlet müdahalesidir.
Ben size kanun maddesini de yazayım. 5275 sayılı Kanunun 66.maddesine göre "(1) Kapalı ceza infaz kurumlarındaki hükümlüler, Cumhurbaşkanınca çıkarılan yönetmelikte belirlenen esas ve usullere göre idarenin kontrolündeki ücretli telefonlar ile görüşme yapabilirler. Telefon görüşmesi idarece dinlenir ve kayıt altına alınır. Bu hak, tehlikeli hâlde bulunan ve örgüt mensubu hükümlüler bakımından kısıtlanabilir." Mezkur Kanunun uygulamasına ilişkin Yönetmeliğin 74-f) hükmüne göre "Hükümlüler görüşebilecekleri yakınlarından bir veya birden fazla kişi ile haftada bir kez ve bir telefon numarasıyla bağlantı kurarak kesintisiz görüşme yapabilir.” Ama ben yapamadım.
Mahkeme kararlarına rağmen devam eden bu ısrar, artık bir yönetim alışkanlığı haline gelmiş durumda. Telefon hattı anneme ait, benim adım sisteme kayıtlı, her şey yasal. Peki neden sürekli "bağlantı kopuyor"? Neden yalnızca bizim hattımızda?
Bu soruların cevabı net, ayrımcılıktır. Her mahpusun çocuğu, babasıyla eşit haklara sahip değil demek ki . Benim gibi bazı çocuklar, görünmez duvarlara çarpıyor. Anayasa’nın 10. maddesinde yazan eşitlik ilkesi ve 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu’nda yer alan ayrımcılık yasağı, uygulamada sadece birer metinden ibaret olmasın. Ben ayrımcılığa uğradım. Mahpus yakını olduğum için, anne-babası aynı evde olan çocuklardan farklı muameleye maruz kaldım. Devlet, bana ve aileme eşit mesafede durmadı. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları bu konuda açık: Objektif ve makul bir neden olmadan farklı uygulama yapılması ayrımcılıktır.
Bir çocuğun babasından 10 dakikalığına dahi mahrum bırakılması, sadece telefon hakkının değil, aile hayatının doğrudan ihlalidir. TİHEK’in yayımladığı Ailenin Korunması Hakkı Bildiriler Kitabı’na göre de “aile, toplumun en temel birimidir ve devlet tarafından korunmalıdır.” Bu ilke de yalnızca söylemde kalmamalı, somut uygulamaya yansıtılmalıdır. Benim yaşadığım şey, devletin bu ilkeye sırtını dönmesidir.
Kimi zaman "sessizlik", en ağır cezadır. Beni, babamın sesinden mahrum bırakmakla sadece bir çocuğu değil, bütün bir aileyi cezalandırdınız. Şimdi buradan, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’na ve sizin aracılığınızla tüm kamuoyuna sesleniyorum: Adalet Bakanlığı ile aramda bir köprü olun. Kurumun keyfi uygulamalarını durdurun. Telefonda konuşamadığım tüm o 10 dakikalık görüşmeler için haklarımı iade edin.
Ben de herkes gibi, sadece eşit bir yurttaş olmak istiyorum. Sadece babamla konuşmak, onun sesini duymak istiyorum. ‘’
Anayasa’nın 10. maddesi ve 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) Kanunu açıkça belirtir: Herkes, kanun önünde eşittir; hiçbir kişiye, hangi statüde olursa olsun ayrımcılık yapılamaz. Diyor hatırlatayım.
Peki bundan sonra ne oldu, mahkeme süreci nasıl başladı ve devam ediyor onu da aktarayım siz sevgili okurlara.
Türkiye’de Hukukun Başı DÖNDÜ
Hakkını aramak için dava açıldı. Başvurulan birbirine havale edilen 4 Mahkeme de "Ben Yetkili Değilim" Dedi.
Cezaevinde Yaşanan Hak İhlali Davası Yargının Labirentine Takıldı
Diyarbakır 1 Nolu Yüksek Güvenlikli ceza İnfaz kurumunda yaşanan bir hak ihlaline yönelik açılan tazminat davası Türkiye hukuk sisteminin adeta başını döndürdü. 4 ayrı mahkeme “ben bu davaya yetkili değilim” gerekçesiyle davayı reddetti.
Bu yaşananlar sistematik bir ayrımcılığın kanıtı. Diğer çocuklar babalarıyla haftalık düzenli görüşmelerini yaparken, bu genç defalarca “bağlantı kesildi” bahanesiyle susturuldu. Bir insanın sesi, mahkeme kararlarına rağmen “erişilemez” hale getirildi.
İdare Mahkemesi, "Ben yetkili değilim" dedi.
Asliye Hukuk Mahkemesi, "Ben hiç yetkili değilim" dedi.
Ağır Ceza Mahkemesi, "Ben zaten bakamam" dedi.
Her biri yetki topunu ötekine attı.
Adaletin adresi artık kayıp…
Şimdi dosya Uyuşmazlık Mahkemesi'nde. Hangi mahkemenin “yetkili” olduğuna karar verilmesi bekleniyor.
Oysa bu süreçte geçen her gün, bu evladın sadece hukuki değil, insani bir yıpranma yaşadığı günler olarak haneye yazılıyor.
Peki, bu 10 dakikalık telefon hakkı neydi?
Bir çocuk için moral, umut, nefes.
Bir baba için hayata tutunmak.
Ama hepsinden önemlisi; bir ailenin bütünlüğünü korumaya çalışmak.
Şimdi düşünün: Bu ülkede bazı çocuklar yalnızca sevdiklerinin sesini duymak istedikleri için hukukun kıvrımlarında kayboluyor. Devlet, ailenin korunmasını anayasal güvence altına aldığını söylüyor ama uygulamada koca bir sessizlik duvarı örüyor.
Ve o duvar, telefon kablolarını bile aşamıyor.
Bu yazıyı, sadece bir mağduriyetin dökümü olarak değil; bir çağrı, bir insanlık hatırlatması, belki de geç kalınmış bir yüzleşme olarak okuyun.
Sesini duyamadığınız bir babayı, bekleyen bir çocuğu düşünün.
Biz hangi toplumu inşa ediyoruz?
Hangi adaletle avunuyoruz?
Hangi vicdanla susuyoruz?