Eskiden insanlığın tarihini savaşlar kronolojisi olarak okurdum. İnsanlık tarihi savaşlar tarihidir, derdim. Geçenlerde sohbet ettiğimiz arkadaşım ‘hayır’ dedi. ‘Aslında insanlık tarihi -daha çok- göçler tarihidir.’

Yeni bir bakış açısı ile bilgilerimi yokladığımda bu tezi kabul ettim. Evet, binlerce yıllık insanlık tarihi bir göçler tarihidir. Savaşlar, iklim değişikliği, besin kaynaklarının yetersiz hale gelmesi, kültürel uyuşmazlık, dinsel öğretilerin gösterdiği hedefler, yeni zengin yaşam kaynaklarının keşfedilmesi gibi birçok nedenle insanlar topluluklar halinde, bazen kitleler halinde bazen de kavimler halinde yola düşüp yeni yaşam alanları aramak zorunda kalmışız.

Bilinmeyen bir zamanda Afrika kıtasından başlayan yolculuk öyküsü yıllar içinde tüm dünyayı ve hatta uzayı hedefler hale gelmiştir.

Türklerin Orta Asya’dan batıya doğru gelmesi, Avrupa’da yaşayanların Amerika kıtasına adeta hücum etmesi, gelişmemiş güney yarım küre ülkelerinin vatandaşlarının yaşamsal tehlikelerden ve zor yaşamlarından kurtulmak için önce en yakın batı ülkesine, sonra biraz daha ileriye giderek uygarlığın ve özgürlüğün daha fazla olduğunu düşündüğü yaşam alanlarına kavuşma refleksiyle ilerlemesi insanlık tarihinin göçler tarihi olduğu yönündeki düşüncemi güçlendiriyor.

Bu büyük nüfus hareketleri dünyamızı şekillendiriyor ve bir anlamda yeniliyor. Tabi ki, bu büyük hareketler hem yolculuk yapan hem de misafir eden toplumlarda ve bireylerde zorluklar yaratıyor. İnsanlık tarihi yeniden yazılırken tarihin öznesi, insan biraz örseleniyor.

Bireyler, ‘önce kendimi güvenli bir yere atayım da sonrasına bakarız’ yaklaşımıyla büyük zorluklara katlanıyorlar. Sonrasında ailesini ve yakınlarını yanına getirmek istiyorlar. Ulaştıkları yerdeki toplumla uyum sorunları, kültürel farklılığın getirdiği zorluklar, iş bulma, hayat kurma gibi zorlu ve yorucu bir süreç.

Olaya tek yönlü bakmak her zaman eksik olur. Bir de göç edenin vardığı noktadaki insanların yaşam standartları var. Çoğu zaman o insanların yaşamları da alt üst oluyor. Böyle olayların doğasında olan ve kaçınılmaz olan bireysel suç olayları başladığında ise yerleşik halkın memnuniyetsizliğini itiraza, öfkeye ve şiddete varan biçimlerde ifade ettiği görülüyor. Çünkü göç edenler kendi yaşamlarını değiştirdikleri gibi, yeni yerleşimlerinde yaşayan toplumun yaşamını da sonsuza kadar değiştiriyorlar.

“-Bu dünya hepimizin, isteyen istediği yere gidebilir, isteyen istediği yerde yaşayabilir.” Öyle mi?

“-Olmaz öyle şey, önce biz geldik, burası bizim, biz çalıştık ve uygarlık kurduk, şimdi gelip bunu bozmanıza izin vermeyiz.” Peki, böyle mi?

Kim haklı?

Bir yandan uygarlığını, düzenini, canını, malını korumaya çalışan yerleşikler; diğer tarafta beğenmediği yaşamından kaçıp gelmiş ve yeni yaşam kurmaya çalışan yeni yerleşikler.

Geçmişteki büyük göç olayları gibi günümüzde de toplumsal hareketliliğin arttığını gözlemliyoruz. Bir yandan göç edenler geliyorlar, bir yandan da hedef ülkelerde alarm zilleri çalıyor.

Zor bir durum. Bu işin daha da büyüyeceğini ve özellikle Asya’nın güney doğusundaki büyük nüfusun önce Avrupa sonra Avusturalya, Yeni Zelanda yönünde kitlesel hareketlere girişeceğini öngörüyorum. Güney Amerika’dan Kuzey Amerika’ya doğru daha küçük çaplı bir göç hareketi yaşanmasını bekliyorum. Bu nüfus en sonunda kalan son uygar ve gelişmiş ülkeye kadar ulaşacaktır.

İlerlemenin durması ve insanlığın büyük bir geri dönüşe başlaması riskini görmek gerekir. Bizler insan olarak, mağdur bireyler olarak bir yerlere sığınıp sonra o düzeni ele geçirip yok etmeye programlanmış robotlar gibi her şeyi mahvedebiliriz. Uygarlık döngüsünün neresinde olduğumuzu kontrol etmekte yarar var. Aman dikkat!..