Antalya’nın o meşhur turkuaz sularına, portakal kokulu caddelerine olan aşkımız baki ama bir de madalyonun diğer yüzü var… Bitmek bilmeyen trafik. İster Belek ister Kepez isterse de Konyaaltı olsun…

Sabahın erken saatlerinde, işe yetişme telaşıyla direksiyon başına geçtiğimizde, içimiz kaplayan o umut pırıltısı, ilk kırmızı ışıkta, ilk fren sesinde sönüp gitmeye başlıyor. Her köşe başında, her kavşakta uzayan araç kuyrukları, yalnızca zamanımızı değil, enerjimizi ve en önemlisi sabrımızı da tüketiyor. Sanki mesai daha eve gitmeden, araç içinde başlamış gibi oluyor.

Akşam dönüşleri de bir benzerlikte ilerliyor, bir kabus gibi yoğunluk bitmiyor. Yoğun günün ardından eve kendimizi atıp kafa dinlememiz gerekiyor.

Ne yazık ki çoğu zaman bu hayal saatlerce süren bir otopark nöbetine dönüşüyor. Direksiyon başında geçen her dakika, aslında ailemizden, hobilerimizden ve dinlememizden çalınan paha biçilmez anlar demek.

Şehrimizin hızlı ve kontrolsüz büyümesi mi yoksa altyapımızın bu hıza ayak uyduramaması bilmem. Bildiğim bir şey varsa o da son yıllarda Antalya’daki trafik sorunu büyük boyutlara ulaştı. Bir yoldan giriyorsun yol tıkanıyor, diğer yoldan giriyorsun yol tıkanıyor. Otobüs kullananlardan biri olarak aynı durumu yaşıyoruz. Biz eve normalde 15 dakika varırken trafikle bu 1 saati buluyor.

Yaz aylarında zaten çekilmez hale geliyor. Şehirdeki araç sayısı katlanıyor, dar boğaz olan ana arterler, misafir araçlarıyla dolup taşınca, biz Antalyalılara kalan tek şey kornaların sesi, egzozların dumanı, bir de bekleme süreleri…

Değişim gerekli biraz bu şehre, tramvayımıza, otobüslerimize… Bu değişimler zamanla olacak şeyler ama ne zaman olur bilinmez elbette…