Antalya’da beklenen yağmurlar kendini gösterdi nihayet. İyi de yağdı. Gök gürültülü, bol şimşekli, bol yıldırımlı. Yağdı da yağdı. Öteden beri meşhurdur Antalya’nın yağmurları. Tarihte buraya atanan önemli devlet görevlilerinden birini -geldiği günden gittiği güne kadar aralıksız yağarak- ilimizden kaçırdığı iddiasıyla nam bile salmıştır Antalya yağmurları. Antalyalılar bilir. Kadı Kaçıran Yağmurları.

Çocukluğumda sıkça yaptığım gibi pencerenin kenarına oturmuş, yağmuru izliyordum. Gökyüzünün grisini severim. O kapalı havayı, hızla hareket eden gri ve kara bulutları izlemekten keyif alırım. Baktım, yine bizim sokakta yukarıdan aşağıya doğru sular seller akıp gidiyor. Zaman zaman öyle akıyor ki, insanın rafting yapası geliyor.

Akan sulara bakıp düşünürken, geçmişin anıları yavaşça geçit yapmaya başladı gözlerimin önünden.

Kamu görevinde bulunduğum dönemde bir ara denizde kurtarma işleri yapmıştık. Denizle karanın birleştiği şiddetli fırtınalar ve yağışlar gördük.

Bazen denizden birkaç kilometre uzakta, karada azgın sulardan insanları kurtarmak durumunda kaldık. Kurtaramadıklarımız da oldu. Yetişemediklerimiz, kendi evlerinin bodrumlarında yaşamını yitirenler oldu.

Nasıl olur? Neden olur? Koskoca şehirlerimizin ortasında insanlarımız yağmur sularında nasıl yaşamlarını yitirebilirler?

Bu soruları kendi kendimize sorup dururken, kalabalığın içinden ak saçlı birinin sesi duyuldu.

“-Eskiden burası dereydi. Sonra gelip binalar yaptınız. Mahalle kurdunuz. O şişman müteahhit, şu kel belediye başkanı, sen lacivert takımlı vali, sen mahallemizde sözü geçen sakallı adam!.. Siz yaptınız, siz izin verdiniz, siz göz yumdunuz, siz de gelip oturdunuz!..”

Büyük bir sessizlik oldu ve herkes kurtarma işine geri döndü.

O felaketten sonra kentin kayıp derelerinin peşine düştüm. Kent tarihini anlatan kitaplara, kentin eski insanlarına, belediye kayıtlarına, eski kent haritalarına ulaştık. Sonuçta kent merkezinde 19 tane kayıp dere olduğunu tespit ettik. Güncel olarak baktığımızda ise o kayıp derelerin hepsinde mahalleler vardı.

Kamuda yaklaşık 40 yıl geçirdim. Çok fazla felaket gördüm. Ancak en fazla içinde bulunduğum konu sel afetleri oldu. Ülke gündemini uzun süre meşgul eden çok büyük sel felaketlerinde hep oralardaydım.

Doğuda bir kentimizde derenin üzerinde bulunan köprüye yapılmış çok katlı binanın selde yıkılışına tanık oldum. Binadaki onlarca işletme ofisinin un ufak olup dereye karışmasına, işyerlerinden dereye düşen koca para kasalarının selde kilometrelerce sürüklenip köylere kadar gitmesine, sele kapılan arabaların yumak haline gelip etrafa savrulmalarına tanık oldum. Nice canlar yitip gitti.

Batıda bir sayfiye ilçemizde sel gelip ilçeyi üçe bölmüştü. Karadan ulaşımı olanaksız hale getirmişti. Orada da denize sıfır yazlıklar büyük zarar gördü. Bir kısmı yıkılıp denize karıştı. Bir kısmı da içlerine kum dolarak doğaya geri sunuldu bir anlamda. Arabalar sularda sandal gibi yüzerek Marmara denizine açıldılar. Karadan, havadan ve denizden yoğun çalışmalar sonunda yüzlerce kişi kurtarıldı. Bir kısmı da sel sularıyla denize karışıp gitti. Oradaki bir tatil sitesinin yerleştiği zeminin hatırlanan bir dönemde dere olduğu söylenmişti.

Şöyle bir baktığımda, bu kadar çok benzer anım olmasına kendim bile şaşırıyorum. Mesleğim gereği bunlara tanık olmamın normal olduğunun farkındayım. Ancak böyle yıkıcı trajik olayların bizlerin kaderi değil de sorumluluk bilincinin yetersizliği ve ihmallerin sonuçları olduğunu düşünmeme de engel yoktur sanırım.

Kulaklarımda hep aynı sözler var.

“-Doğa, verdiği yeri mutlaka geri alır.”

“-Su, yolunu unutmaz. Bir gün mutlaka geri gelir.”

“-Su akar, yatağını bulur.”

Coğrafyamızda depremlerden sonra en fazla can ve mal kaybına neden olanın sel felaketleri olduğunu görmemiz gerekiyor. Alınabilecek en etkili önlem ise prensip olarak ‘suyun yoluna çıkmamak’ olmalı.

Ülke genelinde -özellikle de büyük kentlerde- kayıp dereler aranıp, bulunmalıdır. İnsan yerleşimleri ve yaşam alanları dereye, ormana, kuşa, kurda, böceğe, bitkiye saygılı olarak yeniden düzenlenmelidir.

Evrenin ve doğanın işleyişini yeni baştan öğrenmeli, anlamalı ve kavramalıyız. Bu işleyişi öğrenirsek doğanın yasalarını öğreniriz. İnsan olarak doğanın küçücük bir parçasından ibaret değil miyiz?

İçinde yaşadığımız evin kurallarını öğrenip ona göre davranmayı biliyorsak, okulumuzun kurallarını öğrenip ona göre davranabiliyorsak, içinde yaşadığımız doğanın kurallarını öğrenip ve o kurallara uyum sağlamamıza engel olan nedir ki?

Birey sorumluğunun önemini kavramalıyız. Birbirimize karşı, ailemize, arkadaşlarımıza, topluma, insanlığa ve en önemlisi doğaya karşı sorumlu davranmayı elden bırakmamalıyız. Aksi halde büyük acılar ve yıkım kaçınılmaz olur.

İşe kentimizdeki kayıp dereleri arayıp bulmakla başlayabiliriz. Haydi gençler...