Antalya, yalnızca güneşin, denizin, güzel plajların değil… Aynı zamanda binlerce yıllık tarihin de şehri, her köşe başında bir antik taş, her adımda geçmişin izleri var.

Kaleiçi’nin taş sokaklarından Aspendos’un görkemli tiyatrosuna, Perge’nin sütunlu caddelerinden Termessos’un o ulu zirvesine kadar, her şey tam bir açık hava müzesi durumda. Peki, biz bu kıymetin farkında mıyız?

Arada bir Kaleiçi’ni şöyle bir turlarım, ne güzel yenilenmiş yapıları görürüm ancak arada tek tük kalmış, kaderine terk edilmiş evler de yok değil. Kimisi bakımsızlıktan harabeye dönmüş. Bazıları ise betonlara gömülmüş.

Hadi gelin bir itiraf edelim hangimiz dört bir yandaki antik kentleri gördü. Oysa milyonlarca, turist sırf bu tarihi görmek için uçaklara dolup geliyor. Biz ise burnumuzun dibindeki değer, bizden çok başkalarının ilgisini çekiyor.

Bakın bunların yanı sıra defineciler de var. Her yıl gazetelerde haberlerini görüyoruz, tarihi eserler yağmalanıyor, yok ediliyor. Kültürümüze, geçmişimize böyle mi sahip çıkıyoruz? Halbuki o eserler yalnızca toprağın altındaki taş değil, bizim kimliğimizin bir parçası ancak bizden uzakta kalmış bir parçası…

Kültür ve Turizm Bakanlığı çaba gösteriyor. Müzeler açıyor, bazı yerleri koruma altına alınıyor. Yetkililer mümkün olduğu kadar iyi bakıyor.

Gelelim şimdi asıl yere, modernleşme adı altında bazı yapılar yıkılıyor, kocaman binalar dikiliyor. Tamam, şehir gelişsin ama tarihi yok ederek değil onunla beraber büyüyerek olsun bu işler, yok pat gökdelen dikmeler de ne oluyor?

Antalya’nın turizmi büyüyor, evet, bunda hemfikiriz. En büyük hazinemiz bu toprakların tarihi. Eğer buna sahip çıkmazsak, bir gün elimizde yalnızca beton kalacak, betonu kemireceğiz.

Asıl soru şu biz Antalya’ya ne kadar sahip çıkıyoruz?