Antalya denince akla ilk portakal çiçekleri, denizin tuzlu esintisi sonsuz bahçeler arasından Akdeniz’e uzanan şehir… Benim de hafızamda geçmiş canlandı.

Antalya için hani derler ya portakal kokulu şehir diye ancak ne o şehrin kokusu kaldı ne de o eski tadı. Her şeyiyle bitti.

Antalya’nın sessizce değişimini izliyoruz. Belki de dönüşümünü, öyküsünü… Son kırk yılda yemyeşil örtüden geriye yavaş yavaş gelen grilik aldı.

Antalya’nın yeşil bir cennetten bir an da beton denizine nasıl dönüştüğünü görmek bile kötü…

Neyi kaybettik biz o bahçelerle beraber? Sadece bir ağacı ya da bir tarla parçasını mı? Hayır, o bahçelerle birlikte toprağın kokusunu, mevsimlerin döngüsünü, o bereketli toprağın sunduğu zenginliği kaybettik.

O bahçeler, yalnızca ürün vermiyordu; kuşlara yuva, ruhumuza, sükûnet, şehrimize de eşsiz bir kimlik katıyordu.

Antalya olarak elbette büyüdük, geliştik, milyonlarca insanı ağırladık. Turizm lokomotifimiz oldu, şehir bol nüfus oldu.

Bu büyüme planlı mıydı, toprağına, suyuna, yeşiline saygılı mıydı, işte orası koca bir soru işareti… Sanki hep daha çok bina, daha çok tesis, daha çok yol lazım oldu da gözümüz yeşili görmezden geldi.

Bu durumun bedeli sadece manzaramızın değişmesi değil, inanın…

Şehir giderek değişiyor, o yeşiller, maviler yok oluyor. Eskideki gibi değil. Eski filmlerden Antalya’nın yemyeşil olduğu görülüyor ya onu görünce üzülüyorum.

Geriye dönüş yok ancak her yere bolca ağaç dikmek gerekiyor. Yeşillik üstüne yeşillik…

Antalya’nın yeşil günlerine kavuşmak dileğiyle!