Antalya’nın göbeğinde, zamanla inatlaşan Kaleiçi, günümüzde begonvillerin sardığı dar sokaklarında yürürken belki de hiç fark etmiyoruz ama burası yalnızca evlerin değil, çağların bir arada yaşadığı bir yer…

Bir gün her şeyden önceye gittiğinizi düşünün 2 bin yıl öncesine kadar… Bergama Kralı II. Attalos’un, ‘gidin bana yeryüzündeki cenneti bulun’ demesiyle başlıyor. Anlatılanlar o yönde… İşte buraya gelince Attalos, Attaleia adını verdi.

İşte o gün bugündür bu şehir hep bir cazibe merkezi olmuş. Roma İmparatorluğu burayı aldı, kalın surlar ördü. Denizden gelen tehlikelere karşı limanı koruyan surlar... Bugün hâlâ ayakta. Her taşında ayrı bir iz var kimse fark etmiyor.

Roma döneminde Kaleiçi, sadece bir liman kenti değil, aynı zamanda ticaretin, kültürün, zanaatın buluştuğu yerdi. Limana yanaşan gemiler, uzak diyarlardan baharat, kumaş, şarap getirir; karşılığında Anadolu’nun zeytini, yağı, seramiği giderdi. Kaleiçi’ndeki taş sokaklar işte bu ayak seslerini hâlâ taşır.

O pagan inançların devam ettiği şehirden günümüze çok az şeyler kalsa da o dönemde yapılan tapınaklardan geriye yalnızca dönüşümlere yol açıyor. Panaghia Kilisesi’ne dönüşüp daha sonra camiye çevrilmesi bile oranın ilk özelliğinin değiştirememiş.

O dönemlerde Kaleiçi evleri yoktu elbette bugünkü gibi… Daha çok taş yapılardı, kamu binaları, tapınaklar, küçük dükkânlar vardı. İnsan aynı insandı. Bir anne çocuğunu uyutuyor, bir balıkçı sabahın erken saatinde ağ atıyor, bir zanaatkâr çömlek yapıyordu. Bugün hâlâ bu izleri, bu ruhu hissedebilirsiniz.

Zaman aktı, Selçuklu geldi, Osmanlı geldi, en sonunda biz geldik. Kaleiçi hep orada kaldı. Taşlar değişti, isimler değişti ama o ruh… Hiç değişmedi elbette… Asıl soru şu o dönemdeki insanların düşünceleri ile şimdiki insanların düşünceleri bir olmasa da huzurlu muydular?