Bazen diyorum ki, keşke Antalya’da şöyle kafa dinlenmelik, serin mi serin, cennet gibi bir yaylamız olsaydı da çıkıp kendimize gelseydik.
Sabahın erken saatinde gözümüzü kuş sesleriyle açsak. Güneş yüzümüze değil, çam ağaçlarının arasından toprağa düşse. Ayağımızı uzattığımızda beton değil, çiğli çimen değse. Hava serin, çay dumanı taze, içimiz huzur dolu olsa… Keşke!
Antalya'nın yaz sıcağı malum, yaz geldi mi şehir yanıyor adeta. Klimalar çalışıyor ama ruhumuzu soğutmuyor. Asfalt eriyor ama biz bir türlü gevşeyemiyoruz.
Eskiden büyüklerimiz yaz gelince “Yaylaya çıkacağız” derdi. Koca aile hazırlanır, yatak yorgan toplanır, çuvallarla yiyecek alınır, yola düşülürdü. Herkesin bir yaylası vardı. Bizimse yok.
Hâlbuki Antalya’nın hemen yanı başında Toroslar uzanıyor. Elmalı’nın, Akseki’nin, Gömbe’nin serinlikleri orada duruyor. Ama biz ya bilmiyoruz ya da unutturulduk. Tatil deyince sadece deniz geliyor akla. Oysa bazen insanın en çok ihtiyacı olan şey bir gölgelik, bir sessizlik.
Keşke diyorum… Şöyle küçük bir yayla evimiz olsa. Gündüz doğayla, gece yıldızlarla baş başa kalacağımız bir yer. Herkesin ulaşamayacağı, ama bizim huzurla gidebileceğimiz bir kaçış noktası…
Belki de mesele bir yayla sahibi olmak değil. Mesele yayla gibi bir hayata biraz olsun özlem duymak olmasaydı. Doğayla barışmak, aceleyi unutmak, sadece serinlemek değil, sadeleşmek. Çünkü biz sadeleştikçe, huzur çoğalıyor. Yayla bunun başka bir adı gibi.
Velhasıl kelam, Antalya’da her şey var ama bir “yayla ruhu” eksik. Belki bir gün biz de yola düşeriz. Uçsuz bucaksız Toroslar’a doğru... Belki de o yayla, içimizde sakladığımız o en dingin yerde bizi bekliyordur…