Antalya Müzesi'nin yerinde şimdi koca bir boşluk var. Oysa o boşluk, sadece 53 yıllık bir binanın yokluğu değil; bir kentin hafızasının, yarım asırlık bir emeğin ve Türkiye'nin ilk yarışma projeli müzelerinden birinin göz göre göre silinişinin sembolü. Kepçeler vurdukça yerin altından çıkan tarih değil, bizim tarihle kurduğumuz ilişkinin ne kadar hoyratça olabileceğinin acı bir ispatıydı o sesler.

Yıkım kararı, depreme dayanıksızlık ve artan depolama ihtiyacı gibi "teknik" gerekçelere dayandırıldı. Peki, bu teknik raporlar ne zaman, ne kadar şeffaf bir şekilde kamuoyuyla paylaşıldı? Meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının itirazları, "restore edilebilir" uyarıları neden kulak ardı edildi? Sürecin kapalı kapılar ardında yürütülmesi, hukuki başvuruların yıkımı durduramaması, ister istemez akıllara şu soruyu getiriyor: Gerçekten tek çözüm yıkım mıydı, yoksa yeni bir vizyon mu dayatılıyordu?

Bir müze, içindeki eserlerden ibaret değildir. O bina, eserlerin sergileniş biçimi, kentin dokusundaki konumu ve o binada biriken anılarla bir bütündür. Antalya Müzesi, Yorgun Herakles’in tekrar yurduna kavuştuğu yerdi; öğrencilerin ilk kez bir lahit gördüğü, turistlerin hayranlıkla Perge heykellerine baktığı bir mekân hafızasıydı. Şimdi "yerine daha iyisi yapılacak" vaadiyle, ruhu sökülmüş bir betonarme kutu beklentisi içindeyiz. Yeni müze binası belki daha büyük, daha modern olabilir; ama yıkılan aidiyet duygusunu geri getirebilecek mi?

Antalya Müze Çalışma Grubu'nun, Mimarlar Odası'nın, Baro'nun ve daha pek çok sivil inisiyatifin aylarca süren protestoları, davaları ve feryatları ne için vardı? Demokrasilerde, kentlinin kendi kültürel mirası üzerindeki söz hakkı bu kadar kolay yok sayılabilir mi? Yıkımın, hukuki süreçlerin henüz tam olarak sonuçlanmadığı bir dönemde, adeta "oldubittiye getirilircesine" başlatılması, bu kararın ne kadar aceleci ve tartışmalı olduğunun en net göstergesidir.

Tarihi eserleri korumakla yükümlü bir kamu iradesinin, bir mimarlık eserini ve bir kentin belleğini bu denli süratle ortadan kaldırması kabul edilemez. Yıkmak kolaydır, bir günde yapılabilir. Ancak bir binanın ruhunu, kente kattığı değeri ve koleksiyonla kurduğu organik bağı tekrar inşa etmek, yepyeni bir binayı bitirmekten çok daha zordur. 2026 sonunda biteceği hedeflenen yeni müze, aceleyle alınmış bu yıkım kararının gölgesinde kalacaktır.

Bakanlık, binanın yenilenmesi gerektiğini söylerken, kent savunucuları binanın kendisinin bir miras olduğunu savunuyordu. Türkiye'nin ilk yarışma projelerinden biri olması, mimari değeri ve konumu onu sadece "eski bir bina" olmaktan çıkarıp, korunması gereken bir kültürel varlık statüsüne yükseltiyordu. Bugün anladık ki, bizim için mirasın tanımı, sadece yerin altından çıkan objelerle sınırlı kalmış. Üzerinde yükselen mimariyi, o objelere ev sahipliği yapan binayı değersizleştirmişiz.

Antalya Müzesi'nin enkazı, bize kültürel mirasımıza ve mimari değerlerimize ne kadar özensiz yaklaştığımızın bir aynasıdır. Artık geri dönüşü olmayan bu yıkımın ardından, tek dileğimiz aynı hataların tekrarlanmaması. Yeni müze binası projesinin, en azından bu tartışmalı süreci unutturacak kadar şeffaf, katılımcı ve kentin değerlerine saygılı bir şekilde yürütülmesi şarttır.

Antalya, sadece bir turizm destinasyonu değil; köklü bir Akdeniz kentidir. Bir kentin ruhu, böyle bir çırpıda silinip atılmamalıydı. Antalya Müzesi yıkıldı, ama tartışması bitmedi, bitmeyecek. Çünkü bu, sadece bir binanın yıkımı değil, kent kültürünün ve hafızasının korunmasına dair verdiğimiz mücadelenin kırılma noktasıydı. Umarım bu acı ders, gelecekteki kararlarımızda bize yol gösterir.