Arapsuyu sahillerinde yaz aylarında obalara taşındığımızda, bizim için olta sezonu da açılmış olurdu. Çocukken elimizde oltalarla deniz kıyısına koşar, sabırsızca küçük balıkların peşine düşerdik. Ama o balıkları yakalayabilmek için önce Arapsuyu Çayı’nda “yaneç” avlamamız gerekirdi.
Boyumuza göre büyük kepçelerle çayın içinde yüzer, suyun içinde pırıl pırıl dolaşan yaneçleri yakalamaya çalışırdık. Bu küçük balıklar oltamızın yemiydi. Obaya getirmemiz yasaktı, çünkü hemen kullanılmaları gerekirdi. Güneş batmaya başladığında, kıyıdan ya da araba iç lastiği üzerine oturup kuyuya yakın yerlerden oltalarımızı denize sallardık.
O zamanlar likkoz, minanır, mırmır, karakuyruk, hanus, barbun, izmarit ve mercan gibi balıklar yakalardık. Eğer yirmi otuz parça tutmuşsak, “yemeğimiz çıktı” diye sevinirdik. Bu balıkların hepsi tava balığıydı. Hemen orada deniz suyuyla temizler, obaya getirirdik. Buzdolabına girmeden, ailece yenirdi.
Yaş ilerledikçe balıklar da büyümeye başladı. Bezden yaptığımız kanolarla daha açıkta avlanır olduk. Kürek çekerek kerteriz aldığımız noktalara gider, çıpamızı atar, balık tutardık. Artık tuttuğumuz balıklar daha iriydi; hem eve hem komşu obalara dağıtılırdı.
Balığa çıkmadan önce kıyıdan ahtapot yakalar, küçük balıkları yem olarak kullanırdık. Böyle olunca da güzel balık yakalanırdı: mercan, izmarit, barbun, çipura,kuppes... Yaz sonuna doğru kefal, palamut,levrek yakaladığımız da olurdu. Göç eden balıklar denk gelirse şansımız daha da artardı.
Bu saydığım balıkların hepsi taze yenirdi; çoğu tava yapılır, bazılarına teletor hazırlanırdı. O lezzetlerin tadını ancak o günleri yaşayanlar bilir.
Lise yıllarında işi büyüttük; baragadi döşemeye, bazen ağ atmaya başladık. Artık Antalya’nın altın balığı giridayı yakalıyorduk. Giritanın hem buğulaması, hem ızgarası, hem takoz kesip tavası, bir de kafasından yapılan çorbası olurdu. Fanri de Akdeniz’imiz güzel balığıydı; onun da ızgarası enfes olurdu. Patlakgöz arab dan ızgara buğulama tava yapılırdı. Antalyalıların sofralarında girida ile fanrinin yeri ayrıdır.
Ay olmadığı gecelerde kolyoz avına çıkardık. Sabaha karşı bir kısmını yem olarak kullanırdık, o kadar çok yakalardık ki ölçümüz artık kovaydı. Kovalara sığmazdı bazen. Kolyoz genelde balık salatası ya da teletorla zenginleştirilmiş ızgara olarak yenirdi.
Kıyıya yakın yerlerde sokar balığı da yakalanırdı. Eğer çok yakalarsak, en yakın fırında kebabını yapardık — tadına doyulmazdı. Sokar zehirli bir balıktır ama dikkatle temizlenirse nefis olurdu
O yıllarda balıkla o kadar iç içeydik ki, bana çocukluk arkadaşlarım bir lakap bile takmıştı: Mırmır.
Yakalaması zor, hareketli ve kıpır kıpır bir balık olduğu için bu ismi verdiklerini düşünüyorum. O lakap, hem çocukluğumun denizle kurduğu bağı hem de Arapsuyu’nun o özgür günlerini hâlâ hatırlatır bana.
Bunların yanında yapılan salatalar, meze sofraları ise bambaşka bir hikâyedir. Onları da bir başka yazıya bırakalım.
— “Antalya’nın denizi sadece serinletmez, hatıraları da pişirir.”