Ah, Antalya... Gelin gerçekleri ortaya çıkaralım... Dışarıdan bakıldığında, cennetin yeryüzündeki bir şubesi gibi. Kumsallar, turkuaz deniz, palmiyeler, lüks oteller ve sonsuz yaz güneşi...

İşte tam da bu yüzden, şehir dışında yaşayan pek çok kişinin zihninde, Antalyalıların "sürekli tatilde" olduğu gibi masalsı bir algı oluşmuş durumda. Her telefon konuşmasında "Oh, yine denize giriyorsundur şimdi," ya da "Ne güzel, hayat sana hep tatil," gibi yorumlarla karşılaşmak, burada yaşayan bizler için artık bir klişe. Ama gelin görün ki, bu tablo, gerçeğin çok ama çok uzağında.

Samimi olalım: Antalya, öncelikle bir işyeri ve yaşam alanı. Tıpkı İstanbul, Ankara ya da İzmir gibi; sabah erken saatlerde çalmaya başlayan alarmların, yetişilmesi gereken mesailerin, ödenmesi gereken faturaların olduğu bir şehir. Birçoğumuz, o turistik otellerin, restoranların, plajların işlediği çarkın içinde yer alıyoruz. Yani, bizler o güzelliklerin tadını çıkaran misafir değil, o güzellikleri var eden, sürdüren emekçileriz. Turizm sezonu açıldığında, tatil moduna girmek yerine, tam tersi, en yoğun ve en stresli çalışma dönemine giriyoruz.

Dahası, her şeyin bu kadar turistik olduğu bir şehirde yaşamanın kendine has zorlukları var. Yazın trafik, inanılmaz bir çileye dönüşebiliyor. Oturduğunuz mahalledeki market bile, turist akınıyla bambaşka bir havaya bürünüp, fiyatları ya da yoğunluğuyla yerli halkı zorlayabiliyor. Plajlar? Onlar bizim için bir lüks olmaktan çıkıp, hafta sonu kalabalığı ve yüksek giriş ücretleri nedeniyle bazen ulaşılmaz hale gelebiliyor. Düşünsenize, bir İstanbullunun her gün Boğaz manzarasına bakıp "Oh, ne güzel," demesi gibi; biz de o manzaraların ortasında, ama genellikle camın arkasında yaşıyoruz.

Peki, Antalyalılar hiç mi denize girmiyor? Elbette giriyoruz. Ama bu, genellikle aceleyle sıkıştırılmış, 1-2 saatlik kaçamaklar şeklinde oluyor. İşten çıkıp gün batımına yetişmek, ya da sabah çok erken saatte, turistler uyanmadan denizin keyfini çıkarmak gibi. Bu durum, "sürekli tatil" ruhundan çok, "şehir hayatının stresini atmak için zorunlu mola" tanımına daha çok uyuyor. Deniz ve doğa, bizim için bir tatil destinasyonu değil, bir nefes alma noktası, şehrin bir parçası. Tıpkı sizin de hafta sonu parklara ya da kafelere gitmeniz gibi.

Antalya'nın güzelliği bir gerçek; buna itirazımız yok. Ancak bu güzellik, bir ayna görevi görüyor. Dışarıdan yansıyan parlak imaj, içerideki gerçek hayatın mücadelesini gizliyor. Biz de kışın sobalı ev arıyoruz, çocuğumuzu iyi bir okula yazdırmaya çalışıyoruz, kiramızı yetiştirme derdindeyiz. Kış geldiğinde, o boşalan sahil şeridinde yalnız yürüyüşler yapıp, yazın karmaşasını unutup, bir sonraki sezona hazırlanıyoruz. Şehrimiz, yılın yarısında bir tatil beldesiyken, diğer yarısında sakini olduğumuz sakin bir Anadolu şehri kimliğine bürünüyor.

Dolayısıyla, bir dahaki sefere bir Antalyalı ile konuşurken, aklınızdaki o palmiye altı, kokteyl yudumlayan insan imajını bir kenara bırakın. Biz, hayat mücadelesini Akdeniz güneşi altında veren, trafik sıkışıklığında korna çalan, faturalarını ödemek için çalışan, ama tüm bunların yanında, şanslı olduğu tek şeyin yaşadığı yerin manzarası olduğunun farkında olan insanlarız. O gördüğünüz otellerin, tatil köylerinin her bir tuğlasında, bir Antalyalının alın teri var.

Bu şehirde yaşamak, bir hediye olsa da, bu hediye sınırsız bir tatil bileti anlamına gelmiyor. Aksine, o tatilin arka planındaki tüm yoğunluğu sırtlanmak anlamına geliyor. Bizim tatilimiz, sizin tatilinizin bittiği yerde başlıyor, o da kış aylarında, sahilin sessizliğe büründüğü zamanlarda.

Özetle, dışarıdan bakıldığında parlayan bu kartpostal, içeriden bakıldığında, sıradan bir hayatın bütün telaşını, gürültüsünü ve yorgunluğunu barındırıyor. Biz Antalyalılar, denizi seven, güneşe alışık, ama tatilci değil, o tatil şehrinin sakiniyiz. Umarım bu küçük itiraf, algıları biraz olsun değiştirir.