Antalya... Rekor üstüne rekor kıran turist sayıları, 14 milyonlar, 15 milyonlar... Bu rakamlar kulağa ne kadar heybetli gelse de, mesele asla kuru bir istatistik değil. Eğer öyle olsaydı, her şehir bu kadar yatırım yaparak aynı başarıyı yakalayabilirdi. Oysa Antalya'ya gelen milyonlarca insan, buraya sadece bir tatil destinasyonu olarak değil, adeta ikinci bir ev gibi bakıyor. İşte bu "ikinci ev" hissi, rakamların arkasındaki o samimi sevgi.
Dürüst olalım, lüks oteller, turkuaz denizler, bol güneş... Bunların hepsi dünyanın pek çok yerinde bulunabilir. Peki Antalya'yı özel kılan ne? Bence en başta, o içten misafirperverlik. Sektör çalışanı ya da yöre halkı fark etmeksizin, kurulan o sıcak iletişim. Bir Rus turistin otel personeline sarılması, bir Alman çiftin köy kahvaltısında yufkanın tadına bakıp "böyle samimi ortamı parayla bulamayız" demesi... Bu anlar, kataloglardaki ışıltılı fotoğraflardan çok daha değerli.
Antalya, sadece bir "deniz-kum-güneş" şehri değil. Oysa bu slogan yıllarca en büyük hatamız oldu. Turist buraya geldiğinde, bir günde hem Kaleiçi'nin dar sokaklarında tarih soluyor hem de Düden Şelalesi'nin serin sularına hayran kalıyor. Perge'nin, Aspendos'un ihtişamı, sadece bir gezi programı maddesi değil; o insanların kendi medeniyetleriyle kurduğu kadim bir bağ. Bu şehir, onlara binlerce yıllık bir hikâyenin parçası olduklarını hissettiriyor.
Antalya'nın turizmdeki asıl gücü, tekrarlayan ziyaretçi oranında gizli. Bir turist buraya ilk kez geldiğinde otelden memnun kalır, ikinci kez geldiğinde komşusuyla sohbet eder, üçüncüde ise artık bir "Antalyalı" gibi hisseder. Özellikle Rus ve Alman turistlerde gözlemlediğimiz o "müthiş Antalya sevgisi" denen şey, tam da bu. Bu sadakat, pazarlama stratejileriyle değil, yıllar içinde birikmiş iyi niyetli anılarla inşa ediliyor.
Bu duygusal bağ, ekonomiye de yansıyor elbette. Turist sadece lüks bir tatil satın almıyor; aynı zamanda güven ve huzur da satın alıyor. Savaşların ve küresel ekonomik çalkantıların olduğu dönemlerde bile rekorların kırılması, bu güvenin ve sevginin ne kadar köklü olduğunu gösteriyor. İnsanlar, paralarını, kendilerini değerli ve güvende hissettikleri bir yere harcamaktan çekinmiyor.
Bazen bir tebessüm, bazen pazarda yapılan pazarlık sonrası ikram edilen bir çay... Turistin kalbini asıl fetheden, büyük bütçeli reklamlar değil, o küçük, insani dokunuşlar. Bir esnafın ay-yıldızlı veya nazar boncuklu kolyeye olan ilgiyi fark edip buna göre ürün sunması bile, o kültürel yakınlaşmanın bir sonucu.
Ancak her güzel hikâyenin bir de uyarısı var. Aşırı turizm tartışmaları boşuna yapılmıyor. Eğer bu samimi ilişkiyi sadece bir gelir kapısı olarak görmeye başlarsak, kenti beton yığınına çevirirsek, doğal ve tarihi güzelliklerimizi korumazsak, o derin sevgi yavaşça yok olur. O zaman geriye sadece "kalabalık" ve "yorgun" bir destinasyon kalır.
Şehir merkezinden biraz uzaklaştığımızda, o samimi duyguların en saf halini köylerde görüyoruz… Yöresel kahvaltılar, yufkalar... Turist, parayla satın alamayacağı bir otantiklik ve içtenlik buluyor. Bu anlar, Antalya'nın turizm vizyonunda sadece "otel odası" olmadığının, insana dokunmanın ne kadar önemli olduğunun kanıtı.
Antalya'nın geleceği, sadece yatırım yapmakta değil, aynı zamanda korumakta da yatıyor. Tarihi müzesini yıkmakla uğraşan bir şehrin, turistlerin o tarih sevgisini nasıl sürdürmesi beklenir ki? Turistin kalbindeki o ışığı canlı tutmak istiyorsak, ona sunduğumuz her şeyin hakiki olması gerekiyor: Hem denizin mavisi hem de tarihin dokusu.
Antalya, milyonlarca insana sadece bir tatil satmıyor, onlara bir yaşam kültürü ve huzur sunuyor. Bu şehir, dünya vatandaşı olmuş pek çok insan için, yılın yorgunluğunu geride bıraktığı, yeniden enerji topladığı, samimiyetin ve güneşin hiç eksilmediği o özel liman. Bu sevginin kıymetini bilelim, onu koruyalım ve büyütelim.