Erdoğan demokrasinin altını oydu diye başlayan New York merkezli örgütün Türkiye temsilcisi Emma Sinclair-Webb’in kaleme aldığı 14.08.2014 tarihli bir makalede, Türkiye’de insan haklarının gerilediği ve 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasının demokratik standartlarda ele alınmadığı vurgulandı.
Bu yüzden İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) hazırladığı raporda, kısmen özgür ülkeler arasında gösterilen Türkiye’yi başkanlık sistemine geçildikten sonra buradan çıkararak en alt basamağa düşürmüştür.
Raporda, Türkiye, darbe gerekçesiyle 21 Temmuz 2016’den beri olağanüstü hal (OHAL) ile yönetilmesinin yanı sıra başkanlık sistemine geçiş süreci nedeniyle eleştirilerek, Türkiye, Mısır ve Çin popülist ve insan hakları karşıtı akımların güçlendiği, muhalefetinse bastırıldığı ülkeler arasında gösterdi. Raporda, “Görevdeki kişinin iktidara tutunmasını sağlamlaştıran yeni başkanlık sistemi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü için yenilgidir. Yürütme erkinin istismarına karşı denetim ve denge mekanizmalarından yoksundur. Meclisin yetkilerini azaltmakta ve hukuki konularda başkanlık kontrolünü sağlamaktadır” denildi.
Sanıyorum TC’nin yönetimi, şirket yönetimine dönüşmüş müdür sorumuzu da yanıtlamış olduk. Yani küresel sermaye böyle istiyordu ve biz de yönetim yapımızı buna uydurduk, diyebiliriz.
Aslında küresel sermaye, neoliberal batı dünyasının dev şirketleri, az gelişmiş ve gelişmekte olan dünyadaki tüm devletlerde kırmızı halıyla karşılansın ve karşısına hiçbir engel çıkarılmadan istediği gibi sömürüsünü yapabilsin istiyor.
Peki, küresel sermayeye katılmak şart mı? Ve küresel sermayeye katılmak için dünyadaki devletlerin hepsi aynısını yapıyor mu? Ya da yapmalı mı derseniz, buna her devletin farklı yanıtı olabilir diye düşünüyorum. Fakat bu soygun sisteminden ürkerek kürenin dışında kalmak da olanaksızdır. Çünkü ekonomik anlamda dünya birliği kurulmuş olup İran gibi bunun dışında kalarak tek başına yol almaya çalışmak da çok zordur.
Ama bizdeki gibi her şeyi tek merkeze ve tek adama bağlayacak ölçüde merkezileşmeden, otoriterleşmeden, şirketleşmeden, laik ve demokratik bir sistem içinde ağır ağır sağlam adımlarla küreselleşmek de olanaklıdır diye düşünüyorum
Konuyu fazla uzattım sanırım. Ama en dar çerçeve ve en az örneklerle ele almaya çalıştım. Aslında felsefi anlamda liberalizmin insani ve ahlaki özelliklerinin nasıl bir anda vahşi kapitalizmin taşıtı haline geldiğine değinmek isterdim. 1930’ların başında sosyal liberalizm, ya da reform liberalizmi olarak toplumcu özellikler kazanmışken 1960’lardan itibaren yeni liberalizm (neoliberalizm) adıyla, yeniden kapitalist sömürünün ses duvarını delen uzay aracı haline geldi, gibi konulara da değinmek istiyordum.
Bir de Türkiye’deki şirket gibi devlet yönetiminin tarımda, hayvancılıkta, sanayide, gelir dağılımı dengesi ve refah seviyesi açısından bizi getirdiği noktalara ve bunların faturasına da değinmek isterdim. Ama uzun yazılar pek sevimli olmuyor
Belki bir başka yazıda da bunları ele alırız.