Her yıl 25 Kasım geldiğinde, Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanında aynı acı gerçek bir kez daha yüzümüze çarpıyor: Kadınların yaşam hakkı, hâlâ sistemli bir şekilde tehdit altında. Bu tarih, takvimde bir günün ötesinde bir anlam taşır; kaybedilen hayatların, yarım kalan hikâyelerin ve suskunluk içinde büyüyen bir toplumsal utancın kolektif hafızasıdır.

2025’in ilk on ayında Türkiye’de 317 kadın, en yakınlarındaki erkekler tarafından öldürüldü. Bu sayı, her ay ortalama 30’dan fazla kadının erkek şiddeti nedeniyle hayatını kaybettiği anlamına geliyor. Rakamın dili soğuktur, insanı ürperten tam da budur: Çünkü her sayı, arkasında bir yaşamı, bir çocuğu, bir aileyi, bir yarım kalmışlığı saklıyor. Adını bilmediğimiz, yalnızca bir istatistik olarak karşımıza çıkan yüzlerce kadın, aslında bu toplumun ortak kaybıdır.

Dünyada ise 25 Kasım, kadınların yıllardır sürdürdüğü direnişin sembolü olmaya devam ediyor. Bu yıl da Latin Amerika’dan Avrupa’ya kadar birçok ülkede kitlesel protestolar düzenlendi. Türkiye’de de İstanbul başta olmak üzere pek çok şehirde kadınlar sokaklara çıkarak “Yaşamak istiyoruz” diye haykırdı. Ancak bu ses, yalnızca o gün değil, her gün duyulması gereken bir çağrıdır.

Antalya’da Dayanışmanın Fotoğrafı

Antalya örneği, yerel yönetimlerin bu alanda nasıl işlevsel bir rol üstlenebileceğinin önemli bir göstergesi. Antalya İl Eylem Planı’nın “şiddete sıfır tolerans” ilkesi, kağıt üzerinde bir hedef olmaktan çıkıp belediyeler, kurumlar ve sivil toplum arasında gerçek bir koordinasyona dönüşmeye başladı. 25 Kasım kapsamında düzenlenen “Şiddetin Görünmeyen Yüzü” paneli, eğitim programları ve farkındalık sergileri, toplumun her kesimine dokunmaya çalışan çabaların parçası.

Bu çalışmalar gösteriyor ki: Değişim, yalnızca yasalarla değil, toplumsal farkındalıkla mümkün. Ve bu farkındalık, yerelde başlar; mahallenizde, okulunuzda, çalıştığınız kurumda, evinizde.

Medyanın Aynaya Bakma Zamanı gelmiştir artık!

Kadına yönelik şiddet haberleri bugün hâlâ kimi mecralarda sansasyon malzemesi hâline getiriliyor. Oysa gazetecilerin sorumluluğu yalnızca haberi vermek değil; kullanılan dili dönüştürmek, mağdur suçlayıcı ifadelerden kaçınmak ve şiddeti meşrulaştıran kalıpları kırmaktır.

YouTube kanallarının ve sosyal medyanın ise özellikle genç kitlelere ulaşmadaki gücü tartışılmaz. Belgeseller, kısa videolar, etkileşimli içerikler—hepsi, “bana dokunmuyor” diyen bir kitleye bile gerçekleri hatırlatacak kadar etkili araçlar hâline gelebilir. #KadınaŞiddeteHayır gibi kampanyalar, yalnızca bir etiket değil, dijital çağın dayanışma biçimidir.

Bu mücadelede hepimize düşen en temel görev, sessiz kalmamak. Şiddete tanık olduğumuzda, bir kadının yardım çağrısını duyduğumuzda ya da çevremizdeki birinin risk altında olduğunu fark ettiğimizde harekete geçmek zorundayız.

Ancak daha önemlisi, şiddetin köklerini kurutmak:

* Eşitlikçi değerleri çocuklarımıza erken yaşta aktarmak,

* Erkeklerin de bu mücadelenin parçası olmasını sağlamak,

* Ekonomik bağımlılık zincirini kıracak politikalar talep etmek,

* Hukuki süreçlerin hızlanması ve cezaların caydırıcı hâle gelmesi için ses çıkarmak.

Çünkü kadına yönelik şiddet, bireysel değil toplumsal bir suçtur. Bir kadının yaşam hakkı, hepimizin hakkıdır.

317 kadın… Bu sayıyı okurken durup düşünmek gerek. Bu ülkenin sokaklarında, evlerinde, işyerlerinde, okul yollarında artık tedirginlik değil, özgürlük hakim olmalıydı. Ama biz hâlâ bir mücadele gününü anmak zorundayız.

Yine de umut var. Çünkü her panel, her dayanışma yürüyüşü, her belgesel, her haber metni ve her bireysel itiraz bu karanlığı biraz daha inceltiyor.

Asıl sorumluluk ise hepimize ait. Şiddeti görünür kılmak, engellemek, ses çıkarmak, dayanışma örmek ve eşitlikçi bir toplumun mümkün olduğunu herkese hatırlatmak.

25 Kasım, bir anma değil; bir uyanış olmalı bugünlerde çünkü iletişim, teknoloji çağında 2025 yılındayız. Ve bu uyanış, ancak hep birlikte olduğumuzda gerçek bir dönüşüme dönüşecek.