Ah Kaleiçi, her adımı bir zaman tüneline giriyor insan. Daracık sokaklardan geçerken taş duvarlara bakarken, o geçmişe özlem bir an gelir. Hele bir de şöyle cumbalı, ahşap oymalı, yüksek tavanlı bir konakta yaşamak yok mu?
Sabah gözünü açtığında ilk iş, ahşap panjurları aralayacaksın. Kuş sesleri içeri dolacak, turuncun kokusu gelecek… Balkondan sarkan begonvillerin pembe mor yaprakları, hafifçe rüzgarla salınırken sana ‘günaydın’ diyecek. Çağdaş apartmanların yanında bunlar cennet gibi…
Şöyle kahveni çayını alıp çıkacaksın avluya, taş döşemeli avlunun bir köşesinde fesleğen, nane, reyhan. Bir köşesinde bir kuyu, belki yanına yaslanmış birkaç süs parçası. Oturup yudumlarken kahveni, duvardaki çatlaklarda yılların öyküsü okuyacaksın. Hemen karşı komşu tahta kapısını gıcırdatıp açacak ve selam verecek.
Akşamları ise apayrı bir güzellik olacak. Loş sarı ışıklar arasında konak başka bir ruh kazanacak. Hani duvarlar dile gelse, kim bilir kimler geçmiş bu odalardan neler konuşulmuş, neler yaşanmıştır. İnsan üzülüyor be aslında.
Komşuluk mesela dört dörtlük. Herkesin birbirini tanıyıp selam verirmiştir. O eski samimiyetten geriye kalanları düşününce buruk bir his doğuyor bana.
Şimdi ise turistlerin sürekli olarak geldiği fotoğraf makineleriyle çektiği, onların arasında dolandığı anlar bakınca hepsinde aynı bakışı görmek mümkün. ‘Ne şanslı şu evin sahipleri’
Tamam güzel bir şey konakta yaşamak ancak eski yapı olunca da bakımı asla bitmeyecek. Modern konfordan uzak bir yanı var, sürekli olarak bir şeyler çıkacak. Beton yığınları arasında insanlar için paha biçilmez bir ayrıcalık.
Ama bence günün sonunda, orada oturunca cumbanın altındaki sedirden bahsediyorum. Yıldızları izlemek, rüzgarın yapraklara dokunuşu duymak. Tüm çağdaş yaşamında arasında tarihte kalmış gibi bir his…
Keşke öyle bir konakta yaşayabilsek…