Merhaba, Kısa bir süre önce, şu hala anlamlandırmakta zorlandığım gereksiz savaşın başladığı İran’daydım. Tebriz ve İsfahan kentlerini doya doya gezdim desem yeridir. Çarşılarından sokaklarına, farklı lezzetlerinden çay seremonilerine, muhteşem bir kültürün izlerini adım adım gezerek hafızama yerleştirdim.
Güneşin solduğu bir ülke İran, her yeri yeşil fakat kocaman bir hüznü var sokakların, evler sanki kimse yaşamıyormışcasına kapalı ve renksiz! Fakat hemen her evin muhteşem bir mimarisi var tıpkı bir müze edasında…
Yaklaşık 20 gün süren seyahatimde İran’a Van’a bağlı Kapıköy Sınır Kapısından girdim. Sınır kapısından yaklaşık 4 saatlik yolculuktan sonra artık İran’ın Tebriz kentindeydim. Renkler, yazılar, lezzetler her şey değişmişti benim için bir çocuğun meraklı gözleriyle bakıyordum her şeye.
İnanamayacağınız bir trafik içinde kavgasız gürültüsüz oradan oraya sanki üst üste gider gibi olan trafikten çok korktum ilk zamanlar. Trafik polisinin çok nadir görüldüğü caddelerde trafik ışıklarının olmaması da oldukça garip geldi bana. Asla kask kullanmayan motor sürücülerinin yanında klimasız taksiler oldukça eski araçlar çok dikkatimi çekti. Ama şunu söylemeliyim o kadar sıkışık trafikte ne kavgaya ve ne kazaya denk gelmedim. Taksi ücreti oldukça uygun olduğundan ve dolmuş gibi kullanıldığı için herkesin tercih ettiği bir ulaşım yöntemi. Ve herkes konuşurken sakin ve saygılı. Küfür eden sürücü olduğunu asla sanmıyorum varsa da emin olun başka ülkeden gelenlerdir.
Perşembe ve Cuma günleri resmi tatilleri. Bizim tam tersimize cumartesi ve pazar günü çalışıyorlar fakat elektrik kesintilerinden dolayı kamu iş yerleri sabah çok erken açılıp öğleden sonra en geç 14.00 gibi kapanıyor. Yaşlısı, genci, kadını herkes çalışıyor, çalışkan bir toplum.
Eğer farsça bilmiyorsanız latin harflerinin kullanılmadığı ve görselin olmadığı yerlerde asla ne olduğunu anlayamıyorsunuz. Aslında kendi dillerine ve kültürlerine sahip çıkmaları son derece önemli. Darısı bizim başımıza!
Herkesin merak ettiği tek soru olan başörtüsü meselesine gelince. Orada yaşayan arkadaşların söylediğine göre Tahran’da hiç kimse artık başörtüsü kullanmadığı gibi başıma bir şey gelmesin kaygısıyla omuzlarında bile taşımıyormuş. Tahran’a gitmeye vaktim kalmadığı için aldığım bilgiyi sizinle paylaşıyorum. Fakat Tebriz’de omuzlarımızın üzerinde gezdirdiğimiz minik şallarımızı arada başımıza takmak zorunda kaldık. Aman o da ne takmak. Başından düştü düşecek şeklinde taktığın örtü onları garip bir şekilde mutlu ediyor işte. Yollarda hemen her kadın başı açık gezerken kimi inancı gereği sıkıca kapalıydı. 1979 yılından bu güne üzerlerinde olan molla baskısından olsa gerek yüzlerinde bir mutsuzluk ve umutsuzluk vardı insanların.
Okuma oranın çok yüksek olduğu İran’da beyin göçü en az ülkemizde olduğu gibi. Üniversiteyi bitiren gençler bir yolunu bulup ülkeden çıkmak istiyorlar. Baskıları dönüştüremeyen halkın mutluluğu başka bir yerde araması sanırım çok normal. Çünkü internet sıkıntılı, televizyonlarda düzgün bir program yok ve gerçekten insanlar üzerinde ciddi bir baskı var. Ama ona rağmen mutlu olmak için çabalayan bir halk var İran’da. Ve emin olun çoğunluk artık bıktığı mollalara oy falan vermiyor. Hala nasıl başta olduklarını ve halka nasıl sıkıntı yaşattıklarını tahmin ettiğinizi düşünüyorum.
İran kültürel mirasından, sanatına bir çırpıda anlatılamayacak bir ülke olduğundan bir sonra ki yazımda İran’a dair yaşadıklarımı size aktarmaya devam edeceğim.
Atatürk’e bize verdiği tüm özgürlükler adına sonsuz teşekkürlerimle.
Her değişime ayak uyduran doğanın bilgeliği ve sanatın ışığında yeniden görüşene dek sağlıkla ve sevgiyle