Sabah erkenden kalkılmıştı o gün. Kahvaltılar yapılmıştı ama öyle kuş sütü eksik köy kahvaltısı falan değildi; evde olan ne varsa oydu. Peynir, zeytin, ekmek, bahçedeki kümesten alınmış yumurtalar ve dün iş yerinden getirilmiş birkaç turp.

Kahvaltı bitince çocuklar okullarına, büyük çocuklar ve anne-baba ise her zamanki gibi turp paketleme deresine doğru yola çıktılar. Hava biraz serinceydi, ne de olsa henüz Şubat ayıydı. Aylardır üzerlerinden eksik olmayan uzun çizmeleri ve kalın kıyafetleri yanlarına almışlardı.

Saat dokuz gibi paketleme tesisine ulaştılar. Çavuş iş bölümü yaptı, herkes mesaisine başladı. Çizmeler, eldivenler giyildi; sıcak tutacak ne varsa üzerlerine geçirildi. Anne derenin buz gibi suyuna girdi, babanın döktüğü turpları yıkayıp çuvallamaya başladı. Okul yaşını geçmiş olan çocuk da dolan çuvalları zar zor da olsa sırtlanıp kamyonlara taşıyordu. Sabah kahvaltısında bile işyerinden getirdikleri turplardan yemişlerdi, yine de yılmadan çalışıyorlardı.

Anne, becerikli elleriyle turpları temizliyor, büyüğünü küçüğünü ayıklayıp paketliyordu. Hani atasözünde “Turpun büyüğü heybede” derler ya, burada heybe falan yoktu. Akşam olunca belki bir tane en büyük turpu seçip eve götüreceklerdi, akşam yemeğinde yiyeceklerdi.

İçeride bunlar olurken, dışarıda bir fenomen çalışmaları çekip gülerek “Turplar Vadisi” diyerek videolar çekiyor, bir sürü beğeni ve yorum toplama peşindeydi. Bilinmeyenler için söyleyelim: Bu ve buna benzer yaşamlar Kadirli’de neredeyse her gün yaşanıyor. İlk görenler için farklı görünebilir, ama bu, turp üretimi yapılan bölgeler için sıradan ve kanıksanmış bir durum. (Bu arada Türkiye’deki turp üretiminin yaklaşık %70’inin Kadirli’de yapıldığını da hatırlatmak isterim.)

Heybe nedir bilir misiniz?
Omuzda taşınan ya da binek hayvanların eyerine bağlanan, eşya taşımaya yarayan örme ya da bez çantadır.
Turp ise, depo gövdeli bir sebze. Kimi zaman sofralarda, kimi zaman tarlalarda hayatın ta merkezinde yer alır.

Peki, heybe ve turp ilişkisi sizce Kadirli’den çıkmış olabilir mi? Eğer üretimin %70’i burada yapılıyorsa, pekâlâ bu atasözünün kökeni de buraya dayanabilir.
Ama bir soru daha var:
Neden “turpun büyüğü heybede” de küçüğü değil? Eğer heybe bir taşıma aracıysa, büyük de küçük de oraya konur.
Yoksa, yolda taş gibi sert bir turp birine fırlatıldığında, “Daha büyüğü heybede!” diye bir tehdit mi savrulmuştu?

Turp, birçok ailenin yaşamının merkezindeyken; neden bazıları için tehdit unsuru olsun ki?
Tohumdan üretime, satıştan sofraya kadar herkesin ekmek kapısı olan turpa biraz daha saygı duysak kötü mü olur?
Kimse meydanlarda turp üzerinden başkalarını tehdit etmese…
Belki de bazı hesapları simit yerine turp üzerinden yapsak.
O zaman yaşadığımız tüm iklim değişikliklerine, tarımsal kayıplara rağmen, belki de “turpun büyüğü heybede” olmaz.

Belki de mesele turpun büyüğü mü küçüğü mü değil…
Mesele, toprağın bereketine, emeğin kutsallığına, alın terine olan inancımız.
Bir sabah kahvaltısında soframıza gelen bir turpun ardında; soğuk suya giren bir annenin elleri, sırtında çuval taşıyan bir çocuğun hayalleri, gün boyu yorulup gece sessizce uyuyakalan babaların uykusu var.

O yüzden, bir gün elinize bir turp geçtiğinde sadece keskin tadını değil;
onunla gelen emeği, hikâyeyi ve sabrı da hatırlayın.
Ve bilin ki bazen, en büyük turp heybeden çıkar,
ama en büyük emek hiç görünmez.