Düşünün ki Antalya’da bir film çekiliyor. Adı Antalya’da Siesta…

Şehirle bu kadar örtüşen bir isim az bulunur. Siesta, yalnızca öğle saatlerinin uykusu değil, geçmişin, anıların ve kaçırılan fırsatların da kısa bir iç çekişi sanki. Bir durma hali.

Film Antalya’da geçiyor…

Filmi sabahın 6’sında, turistlerin henüz uyanmadığı, kargaların cumbalı evlerin arasında çığlık çığlığa uçuştuğu o saatlerde çekmeli. Yoksa yaz güneşi yakar çekeni de, sokakları da.

Filmin başkarakteri bir kadın yıllar önce dışarıya gitmiş şehre dönmüş ya da hiç çıkamamış biri. Siesta onun hayatında artık yalnızca sıcakla baş etme değil, geçmişi uyutma biçimi de olacak biri.

Sahildeki deniz banklarında geçen uzun bir sekans, arkasında falezler, önünde tur tekneleri. Ama kimse konuşmuyor. Karakter yalnızca bekliyor.

Herkesin başka bir yere gittiği, başrolün kalmayı seçtiği sahneler... Lara’nın arka sokaklarında, eski tatil sitelerinde sararmış albümler gibi uzanan terkedilmiş yazlıklar arasında, yavaş yavaş çoğalan yürüyen insanlar...

Yönetmen, yaz ayında öğle saatlerinde kalabalık olmayan, güneşin altında ağır ağır pişen sokaklarda kamerasını gezdiriyor. Antalya’nın yaz sıcağında bile serin kalan taş kale duvarlarına sırtını dayayıp bekleyenler, telefonlarının içinde kaybolanlar, bir ellerinde mendil terlerini silmeye yetişemeyen ama kafalarını da telefonlarının ekranından kaldırmayan Kaleiçi ahalisi.

Filmin diğer yarısı bir saat kulesinin etrafında dönüyor... Saat durmuş. Şehir ilerliyor ama karakter ilerlemiyor. Nostaljik tramvayın ritminde mevsimler değişiyor ama güneş hep aynı yere düşüyor. Film boyunca zaman ya da olaydan çok atmosfer var. Ve belki tek bir cümle her sahnenin altından geçiyor:

“Geri dönmek için değil, durmak için geldim.”

Antalya’da çekilecek bu film, belki de bir tür’’ Akdeniz’de mola” olurdu. Siesta da aslında yaşama, güne bir mola değil mi?

Bir “durma” hikâyesi. Ne büyük kırılmalar, ne kahkahalar, ne gözyaşları, ne aksiyon olmamalı bu filmde. Sadece zamanın, insanın omzuna yavaşça düşüşü gözlenmeli ve terlemenin dayanılmazlığı yansımalı perdeye. Siesta gibi sessiz, güneşli ve biraz hüzünlü bir film yapmak için uygun bir zaman yaz sıcakları. Çünkü bu sıcak insanda yalnızca durma isteği yaratıyor.

Eylemsizlik tek amaç olmalı. Durmalı.

Yatsanız klima yoksa uyuyamazsınız. Denize girseniz deniz suyu bırakın serinletmeyi, vücut ısınızdan daha yüksek. ‘Öğle saatlerinde sokağa çıkmak tehlikeli.’

O zaman hadi SİESTA yapalım. 24-25-26 Temmuz günlerinde termometreler güneşte 50li dereceleri gösterirken Antalya sıcak hava nedeniyle uyarıldı. Dışarı çıkmayın ama işe gidin dendi. Tatil edilmeyen bir günde dışarı çıkmayın uyarısı biraz çelişmiyor mu Allah aşkına!

Antalya’nın Kavurucu Sıcakları Haziran ayı ortasında başlar.

Biraz da bilimsel verilerle konuşalım Antalya’da siesta saatleri olmalı mı? Diye…

Antalya’da yazlar neredeyse kısa bir “sıcak mevsim” olarak tanımlanabilir. 14 Haziran–19 Eylül arasında günlük ortalama en yüksek sıcaklık 34 °C’nin üzerinde seyrediyor. Yanlış anlaşılmasın bu ortalaması sıcaklığın 45 dereceleri gördüğümüz nemin azaldığı günler de pek çoktur yaşantımızda. Haa bir de nem oranının % 80lerin üzerinde olduğu buram buram terlediğimiz yaz bitsee çığlıklarıyla geçen günlerimiz de çokça var. Ağustos ayında ise ortalama daha da yukarılara çıkıyor. Gece sıcaklıkları nadiren 25 °C’nin altına düşüyor, nem oranı ise %80’leri buluyor. Geçen hafta şehirde geceleri 30-38 derece bandındaydı sıcaklık. Bu koşullar altında öğle saatlerinde dışarı çıkmak halk sağlığı ve iş verimliliği açısından kritik riskler taşıyor elbette. Antalya’da onun için yerli halk yaylalara göçüyor yazları. Peki ya şehirde kalmak zorunda olanlar?

Onlar bir siestayı hak etmiyor mu gün içinde sizce?

O zaman bir sonraki yazımızda siesta nedir Antalya’da uygulanır mı? Faydaları, zararları diye kafa yoralım birlikte.