Size bir itirafta bulunayım mı? Antalya dendiğinde aklınıza sadece deniz, kum ve güneş geliyorsa, bu şehrin size anlatacağı daha pek çok hikayesi var demektir.
Portakal, limon, mandalina... Onlar bu toprakların kadim sakinleri. Hele o caddelerde, süs bitkisi sanılan ama aslında dünyanın en ekşi lezzetlerinden birini barındıran turunçlar yok mu? Turunç reçelinin o hafif acımsı, yoğun tadı, bu şehrin kendine has karakterini adeta kavanozlanmış gibidir.
Son yıllarda avokadodan ejder meyvesine kadar pek çok egzotik meyve Antalya topraklarında kendine yer buldu. Bu elbette harika bir zenginlik. Ama beni daha çok heyecanlandıran, bu tropikal akımın yanında hala direnen, yerel ve geleneksel meyvelerimiz…
Gelelim yazımızın dikenli kahramanına… Kaktüs meyvesi ya da halk arasındaki adıyla "Dikenli İncir", "Frenk Yemişi" ya da belki en samimisi; "Kaynanadili". Bu meyve, ilk bakışta "Sakın bana dokunma!" der gibi duran, tam bir Akdeniz kabadayısıdır. O sert, dikenli kabuğun altında yatan pembe, sulu ve serinletici lezzeti keşfetmek, bir nevi cesaret işidir.
Kaktüs meyvesini yemek, burada bir ritüel gibidir. Tadı mı? Kavunla armut arası, hafif çekirdekli, bol sulu ve yaz sıcağında buz gibi bir iksir. Bu meyve, sanki doğanın bize, "en değerli şeyler, bazen en zor ulaşılanlardır" mesajını veren bir tatlı sürprizidir.
Aslında hem kaktüs hem de Antalya'nın meyve bahçeleri, bu coğrafyanın ruhunu temsil eder. Kuraklığa, zorluğa direnen kaktüs, minimal kaynakla maksimum lezzet sunar. Meyvelerimiz ise toprağın ve güneşin en cömert yanını gösterir. Bu topraklar, hem zorluğa dayanmayı hem de bolluk içinde şükretmeyi aynı anda bize öğretir. Bir kaktüsün zarafetiyle, bir portakalın bereketini aynı anda sunar.
Antalya, sadece beş yıldızlı otellerden ibaret değil. Onun ruhu, toprağında, suyunda ve elbette lezzetlerinde saklı. Güneşin kızıla boyadığı bir kaktüs meyvesi, kış güneşiyle olgunlaşan bir portakal, hepsi bize fısıldıyor.