Bugünlerde sıkça duyduğumuz bir söz var: “Memleketi biz gurbetçiler kalkındırıyoruz.” Köyüne, kasabasına getirdiği 3–5 bin Euro’yu büyütüp, koca bir ülkenin kaderini değiştirdiğini sananlara saygı duyalım ama gerçek bambaşka.

Bu ülkeyi kalkındıran gurbetçinin getirdiği döviz değil, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen oranlarda vergi ödeyen halktır.

Fransa’da 14 bin Euro’ya satılan Clio’yu, biz burada 72 bin Euro’ya alıyoruz. Amerika’da 800 dolara satılan iPhone’a biz 2.000 dolar ödüyoruz. Aradaki farkın tek sebebi, devletin kasasına akan vergilerdir.

Bir otomobil üzerinden anlatalım: Vergisiz fiyatı 620 bin TL olan bir araca, 730 bin TL daha vergi ödüyorsunuz. Toplam 1 milyon 350 bin TL. Peki bu arabayı almak için ne kadar kazanmanız gerekiyor? Yaklaşık 2 milyon TL. Çünkü o kazancınızın da yarısı gelir vergisi olarak kesiliyor. Yani vatandaş önce kazancından vergi ödüyor, sonra cebinde kalanla aldığı ürünün üzerine bir kez daha vergi ödüyor.

Kısacası devlet vatandaştan iki kez tahsilat yapıyor: Maaşından alırken ve harcarken.

Turizm gelirleriyle, ihracatla ya da dış yatırımla övünenler, aslında halkın sırtına yüklenen bu görünmez bedeli görmezden geliyor. Çünkü Türkiye’de esas bütçe kaynağı gurbetçinin bıraktığı döviz değil, vatandaşın alın teriyle ödediği çifte vergidir.

Vatandaş pazara gittiğinde de, elektrik faturasını öderken de, akaryakıt istasyonunda deposunu doldururken de vergi ödüyor. Her alışverişte, her nefeste bir başka vergi.

İşte bu yüzden, Türkiye’de büyüyen tek şey halkın üzerindeki vergi yüküdür. Ve unutmayalım: Ezilen halk uzun süre susmaz.