Merhaba,

Bir açık hava müzesindeyim sanki. Nereye baksam ayrı bir hikaye var. Mardin halkı günlük koşturmacası içinde alışmış bu eşsiz mimarinin içinde dolaşmaya, her şey sıradan bir görüntü onlar için. Benim içinse evlerin mimarisinden, sokak aralarına, ovasına uzanan dokusuyla anlat anlat bitmez kent Mardin!

Kentin her yeri Süryani’lerin izleriyle dolu. Mardin halkı kardeşcesine yaşıyor, kimi camisine gidiyor kimi kilisesine ibadet için. Şarap dükkanları var hemen her yerde kendi üzüm bağlarının muhteşem üzümlerinden yapılmış şarapları tattırıyorlar dükkandan içeriye girenlere. Şarap sevenlere yabancı gelmeyecek bazı üzüm isimlerini hatırlarsınız elbette, Boğazkere, Öküzgözü, Mazrona. Mardin çevresinde yetişen bu üzümler Süryani şarabına kendine has bir karakter ve tat vermekte, Artuklu’ya yolunuz düşerse mutlaka uğrayın şarap evlerine.

Mezopotamya’nın en eski, kadim halkı Süryaniler yaklaşık 6500 yıllık geçmişleriyle Mardin ve çevresinde yaşıyorlar. Bulundukları her yere güzellik ve temizlik getiren halk Turabdin denilen bu bölgeyi anavatanları olarak benimsemişler.

Mardin Artuklu’da bulunan kiliseleri gezdikten sonra gezi listelerinde yer alan Mor Gabriel, Deyrulzafaran ve Mor Yakup’u görmek için sabırsızlanıyordum. Mardin ovasında yer alan Deyrulzafaran Manastırına doğru yola çıktık. 15 Ağustos Meryem Ana’nın ölüm yıldönümü olduğundan manastır sakinlerinin sabah ayinleri vardı ve manastırdan içeriye biraz geç alındık. Süryani bir kızımızın kelimelerinden daha detaylı olarak öğrendik Deyrulzafaran Manastırını. Üç kattan oluşan manastır 5. Yüzyıldan bugüne farklı eklentilerle günümüzde ki şeklini almış. Güneş Tapınağı olarak başlayan hikayesi Aziz Şleymun’un bazı azizlerin kemiklerini buraya getirmesiyle Roma döneminde kale olarak kullanılırken, manastıra dönüşmüş. Fotoğraf çekerken zamanın ruhunu kaybettiğimi fark ettiğim günden beri anılarımda kalacak iki fotoğraf çekip sadece bulunduğum anı ruhumun derinliklerine işliyorum. Ve sanırım bu fotoğraftan daha uzun süreli benimle yaşıyor. Kısacası Deyrulzafaran’ın güzelliği karşısında yine az fotoğraf çekip çok anı biriktirdim hafızamda!

Deyrulzafaran Manastırının mistik atmosferine veda ederken rotamızı Nusaybin’e Mor Yakup Manastırı’na çevirdik. Mezopotamya’ya boşuna medeniyetlerin beşiği denmiyor felsefe, mantık, edebiyat, geometri, astronomi, tıp ve hukuk eğitimi verilen dünyanın ilk üniversitesi olma özelliğine sahip, eşsiz bir yere gidiyorduk. Hava sıcak, yol uzun olsa da mısır tarlaları eşliğinde vardık Mor Yakup Manastırına. Kökleri 1700 yıllık tarihe dayanan Nisibis Akademisi ve Mor Yakup Manastırı içinde geçmişin sakinliğini yaşamak muhteşemdi.

Sabahın en erken saatinde bile yola çıksanız zamanın yetmediği bir yer sanki Mardin ve çevresi. Yolda durduk, ona baktık şuna şaşırdık derken dönüş yolunda kapanmasına az kala yetiştik Mor Gabriel Manastırına… Midyat sınırları içinde olan Manastırın kapısına geldiğimizde sıcak hava yavaş yavaş yerini akşamüstü serinliğine bırakmaya başlamıştı. Meşe ağaçlarıyla başlayan bahçe girişinden belliydi heybetli bir manastıra gittiğimiz. Süryani kadim Cemaati’nin ünlü ve büyük yapıtlarından biri olan manastırın temelleri Mor Şmuel ve Mor Şemun tarafından 397 yılında atılmış ve manastır kısa sürede tamamlanmış. Rahiplerin meskeni anlamına gelen ve Süryanice’de “Dayro d’Umro “isminden türetilen Deyr-el Umur ve bu ifadelerin Türkçe uyarlamasıyla “Deyrulumur” ismiyle anılan Mor Gabriel Manastırının zarif işçiliği ve estetik mimarisinden ayrılmak çok zor oldu desem yeridir.

Bu arada unutmadan eklemeliyim mor kelimesi Süryani dilinde “Aziz” demek…

Birbirinden farklı isimler, birbirine yakın mimariler derken gözlerim güzelliğe doydu desem inanır mısınız? Yaşadığımız şehirlerin çirkin mimarili evlerinden sonra gördüğüm sanat eserleri, manastırların bahçelerine dikilen zeytin ağaçları, manastır ve kiliselerin çevresinde bir tane bile çöp olmaması hala insanlıktan yana umut beslememi sağladı. Hele ki Harran Kümbet Evleri gibi muhteşem bir yerin etrafının çöpe dönüşmesi sonrası…

Mardin ovası tıpkı Şanlıurfa gibi yerin altında kim bilir nelere şahitlik edecek zamanla. Fakat geçen gün okuduğum yazı içimi acıttı. Doğu bölgelerimizin toprakları ne yazık ki yabancılara satılıyormuş. Adı toprak sahibi olarak geçenler o topraklar size ait değil ve vatanın bütünlüğünü bozuyorsunuz. Dedeleriniz zamanında kendilerince akıllılık etti diye üzerinize yapılan topraklar Türk Halkınındır. Daha sonra hep beraber ağlamamak için lütfen bu hatalardan geri dönün demek istiyorum dilim döndüğünce…

Yaz yaz bitmez, git git bitmez Güneydoğu Anadolu topraklarında bir sonraki yazımda Şanlıurfa müzelerini ve Balıkgöl maceramı yazacağım. Kelimelerin ışığında aydınlansın yüzlerimiz, ülkemizin her bir detayının korunduğu zamanlarda yaşayalım insanca…

Her değişime ayak uyduran doğanın bilgeliği ve sanatın ışığında yeniden görüşene dek sağlıkla ve sevgiyle…