19. yüzyıl, imparatorluklar için bir sona yaklaşıp halklar içinse bir sürgünler çağıydı. Osmanlı’nın haritası daralırken, onun gölgesinde yaşayan milyonlarca insan, doğduğu topraklardan bir daha dönememek üzere koparıldı.

İşte bizim ailemizin hikâyesi de tam burada başlıyor; ne saray entrikalarında ne de savaş meydanlarında... Bizimkisi, isyanlardan kaçarken taş yüreğini demirle yoğuran bir ustanın ve devletine sadakatle emir taşıyan iki kardeşin izinde başlıyor.
Mora'da yükselen çan sesleriyle birlikte camiler sustuğunda, dedemin dedesi Demirci İbrahim Efendi, geride sadece ocağını değil, bir geçmişi bırakarak yola düştü. Öte yandan Mısır’da, Osmanlı’ya başkaldıran Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın gölgesinde kalan İskenderiye sokaklarında, Ahmet ve Mehmet kardeşler, sırtlarında emir defterleriyle İstanbul’un sesini çöle taşımaya çalışıyordu.
Bugün Antalya'da huzurla yürüdüğümüz kaldırımların altında, nice göç hikâyesi, nice tutunma gayreti var. Ama bazı hikâyeler, sadece yaşanmaz; anlatılır, aktarılır, hatırlanır. Bu yazı da onlardan biri.

Osmanlı’yı Sarsan İlk Büyük Fırtına: Mora İsyanı

1821'de Mora Yarımadası'nda başlayan Yunan İsyanı, sadece bir askerî kalkışma değil, Osmanlı'nın çok uluslu yapısını sarsan ilk büyük çatlaktı. Avrupa'nın büyük güçlerinden destek alan isyancılar, bölgede yaşayan Müslüman halka karşı korkunç bir temizlik hareketine girişti.
Binlerce Türk, yaşadığı köylerden sürüldü, malları talan edildi, can güvenliği kalmadı. Bu kargaşada, babaannemin babası olan Demirci İbrahim Efendi, ailesini toplayıp Anadolu’ya geçmenin yollarını aradı. Geçtiği yollar kolay değildi; ardında ocak, önünde belirsizlik vardı. Ama o belirsizliğin içinde bile bir kararlılık taşıyordu: yaşamak ve ayakta kalmak.

İkinci Sarsıntı: Mısır’da Kavalalı’nın Gölgesi

Bir başka cephede, Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa kendi hanedanlığını kurmuş, İstanbul’a meydan okur hale gelmişti. Osmanlı’nın gönderdiği emirler artık ancak haber taşıyan sadık görevlilerle ulaştırılabiliyordu.
Ahmet ve Mehmet Efendi adındaki iki kardeş, Osmanlı ordusuna bağlıydı. Görevleri, bugünün iletişim araçlarıyla kıyaslanamayacak kadar zorlu: emirleri, kararları, yazılı talimatları binbir tehlike içinde taşımaktı. İşte bu görevlerinden ötürü, aile içinde onlara "neşar" denirdi. Neşr eden… Yani yayan, ileten.
Ancak baskılar arttı, sadakat cezaya dönüştü. Kavalalı’nın otoritesinde, İstanbul’a bağlılık suç sayılmaya başlamıştı. Aile, çareyi Mısır’ı terk etmekte buldu. Ve yolları, kaderin garip bir tecellisiyle, Mora’dan gelen Demirci İbrahim Efendi’nin izine düştü: Antalya’ya.

Antalya: Göçle Büyüyen Şehir

O dönemde Antalya, sadece bir liman şehri değil; aynı zamanda Osmanlı’nın doğudan, batıdan, güneyden gelen mazlumlarını kucakladığı bir sığınaktı.
Kimisi demiri döverek, kimisi bilgiyi taşıyarak, kimisi dua ederek tutundu bu toprağa. Ve her biri, kendi yerini, kendi izini bıraktı bu şehrin hafızasında.
Bizim ailemiz de bu izlerden birini taşıyor. Ama bu yalnızca bir göç hikâyesi değil; aynı zamanda bir aidiyetin, bir yurttaşlığın ve bir direncin öyküsü.

Devamı Gelecek…

Bir sonraki yazımda, bu iki büyük göçün ardından Antalya'da kurulan yeni hayatları, alınan soyadlarını ve Cumhuriyetle bütünleşen aile yapımızı sizlerle paylaşacağım.
Demirci İbrahim Efendi nasıl "Akdemir" oldu? Neşar kardeşlerin torunları nasıl Cumhuriyet kadrolarında yer aldı?
Hepsi, tarihî belgelerden değil, bizim belleğimizden anlatılacak.