Neredeyse her akşam dinlediğim bir radyo programı var: Zekirdek. Programın sunucusu Zeki Kayahan Coşkun, dinleyicisiyle öyle samimi bir bağ kuruyor ki, adeta aileden biri gibi.
Her kesimden insanla kurduğu içten diyalogları, olaylara getirdiği farklı bakış açısıyla “enteresan biri” tanımını tam anlamıyla hak ediyor. Programı özellikle trafikte dinlemek, zamanın daha rahat geçmesini sağlıyor. Arabanın içinde, şehrin keşmekeşinden uzaklaşmanın bir yolu adeta.
Şimdi diyebilirsiniz ki: “Bu yazının konusu tarım, peki trafik, radyo, programcı ne alaka?” Haklısınız ama biraz sabredin...
Bir programında Zeki Bey, tatil için gittiği ülkelerde yediği meyvelerin lezzetinden bahsetti. Dönerken yanında domates, mercimek ve karpuz getirmiş. “Türkiye'de neden bu kadar lezzetsiz, tatsız ürünler var?” diye sordu. Bu soru gerçekten çok yerindeydi. Çünkü bu yalnızca bir damak tadı meselesi değil; aynı zamanda tarım politikası, üretim modeli ve tüketici hakları meselesi.
Peki gerçekten Türkiye'de meyve sebzeler neden bu kadar tatsızlaştı? Yurt dışına çıkan ürünler orada mı lezzetleniyor?
Tabii ki hayır.
Aslında Türkiye, lezzetli ve kaliteli tarım ürünleri üreten bir ülke. Sorun, bu ürünlerin kimlere, nasıl sunulduğunda yatıyor. Yurt dışına giden ürünler çok daha özenle seçiliyor, standartlara göre her aşaması kontrol ediliyor. Raf ömründen ilaç kalıntısına, ürünün kilosundan rengine, hatta şeker oranı anlamına gelen brix derecesine kadar her şeyin bir standardı var.
Bu durum aslında tekstil sektöründe de benzer: İhracat için üretilen ama markanın kalite kontrolünden geçemeyen ürünler, iç piyasaya daha ucuza sunulur. Markalar bu ürünleri kendi mağazalarında satmaz, çünkü kalite standardına uymadığı için marka değerini düşürür. İşte meyve sebze piyasasında da aynı mantık geçerli.
İhracatçı firmalar, meyve-sebzenin rengine, tadına, şekline kadar birçok kritere göre ürün alımı yapar. Bu ürünler paketleme tesislerinde ayrılır, analiz edilir. Standartlara uymuyorsa ya geri çevrilir ya da imha edilir. Kısacası: İhracata giden ürün, “markalı mal” gibidir.
Peki ya geriye kalanlar?
Elbette iç piyasaya verilir. Yani biz tüketicilere… Bu ürünler ise çoğunlukla:
Aroması düşük,
Tam olgunlaşmamış,
Görsel olarak kusurlu,
Raf ömrü kısa,
Lezzetsiz…
Son zamanlarda özellikle karpuz özelinde yaşanan tatsızlıklar da bunun en bariz örneği. Tam olgunlaşmadan kesilen “kabak” karpuzlar pazara sürülüyor. Oysa karpuz için bile TSE’nin belirlediği standartlar var: Kaç kilo olacak, kaç brix değeri taşıyacak, rengi, kokusu nasıl olacak? Ancak bu standartlardan haberdar olmayan ya da denetleme yetersizliği nedeniyle, elimize ne geçerse onu almak zorunda kalıyoruz.
Bu, yalnızca çiftçinin ya da pazarcının sorunu değil. Bu, bir sistem sorunu.
Çözüm belli aslında:
Her ürün için iç pazara yönelik standartlar belirlememiz gerek.
Markalaşma bilincini tarımda da oturtmamız gerek.
Tüketici olarak ne aldığımızı bilmeliyiz.
Eğer bu standartlar yerleşirse, herkes aldığı domatesin, karpuzun, mercimeğin neye benzeyeceğini az çok bilir. Kandırılmaz, boşa para ödemez. En önemlisi de ne yediğimizi biliriz.
Ve bir gün, Zeki Kayahan Coşkun dahi tatil dönüşü “orada yediğim daha lezzetliydi” demek zorunda kalmaz.