Muş gelince ese kentlerde dışarıya çıktığınızda tanımadığınız insanlara karışırsınız. Herkes rahat yaşamak amacıyla acımasız savaşın içine giriyordu. İstendik işlerin ve istenilen yaşamsal araç gerecin alımı ya da satımı bir savaş oyunu değil de nedir? Yaşamı sürdürmek için en basit tanımı ile yememiz içmemiz gerekli.
Bugünün savaşı Muratpaşa’da dershaneyi ziyaretimle başlamıştı. Dönüşüm Tramvay ile idi. Tramvayda rahatsızlığımdan dolayı orta yaşlı bir kenttaşlı yer verdi. Ben teşekkür ettim. Vagonun Orta yerinde dini sakalı olmayan, uzun, seyrek sakallı, entel giyimli gençleri andıran tipten giysileri ile yaklaşık 70 ile 90 yaşlarında bir adam adeta dünya duysun kabilinden bağırarak konuşuyordu:
-Gençler! Siz de yaşlanacaksınız. Herkes engelli adayıdır. Bakın Türkçe ve İngilizce olarak anons ediliyor. Lütfen Yaşlılara, engellilere, hamile ve çocuklu kadınlara yer verin.’ Demek benim de görevim. Belki bir kaçınıza bir zebanilik yapmış oluyorum.
Yer vermeyen; Engeli olmayan gençler, yaşlı insanlar önlerine bakıyorlardı. Ben Dokuma durağında indim. Bu adam da indi. Tanıştık. Adımı söyledim. O da adının Seyrani Durak ve eşini tanıttı. Bende Memleketlerini sordum. Önceki eşi vefat ettiğinden, şimdiki, Karısı Mardinliymiş, kendisi Çorum’lar ita Tekniksiyeni uymuş.12 Eylül öncesi Harita Tekniksiyeni olarak Yozgat’ta, DSİ’ de çalıştığını, daha sonra istifa ederek Avrupa’ya gittiğini, Almanya’da yaptığı hizmetlerin ödüllendirdiğini “Alman hükümetlerinden Allah razı olsun.” Diyerek sözlerine devam ediyor. Hükümetin kurduğu kütüphanenin kirasını ödediğini, Bir zamanlar, kültüre katkı için şiir yazdığını, bu nedenle Kendine takma (mahlas) olarak, SEYRANİ adını kullandığını, bir kütüphane de Duacı Köyündeki evinde kurmaya çalıştığını, fakat: Avrupa’da sekiz ay kaldığı için gerçekleşmediğini, Bir kısım kitabı ansiklopedik kitapları okla verdiğini. İsteyenin gelip bu kitaplardan faydalanabileceğini söylüyor.
Beni evine davet ediyor. Eğitimci olunca eğitimi değerler üstüne niye geliştiremediğimizi söylüyor. Yer verme meselesi gibi.
-Bilhassa Özal döneminden başlayarak, kapital egemen oluyor hayatımıza. Atatürk ile birlikte olan edinimlerimiz bir yana bırakılıyor. Anaya, babaya, komşulara saygı sevgi, yardımlaşma ayrışıyor. Ben kolay yönden nasıl para kazanır, zengin olurum. Arayışı başlıyor. Her vilayete, üniversiteler kuruluyor. Üniversite mezunlarını çoğu masa başı iş istiyor. İşe girince bedensel, zihinsel üretimde bulunmuyor. Tulum giyince. Hayatı kararıyor. Mutlu olmuyor. Kurumla çatışıyor… Okumuyor, yazmıyor. Okuyan insanın algılamasın sonunda tahlil yapıp sorgulamalı.
Peki nasıl okuyalım, nasıl yazalım?
Diye düşünceler in bir çomak sokuyorum.
-Din siyasette kullanıldığından yaşamak sığlaşıyor. Mesele: Türk olduğunu içselleştirmesi lazım değil mi? Araplaştırmayı Türk olmaya yeğ tutuyorlar. Kepez’de üç yerde büyük , süslü çemeler yapılmış. İhtiyaçlar belirlenmiş sanırım belediyede. Kocaman yapılar yapılmış. Bu yapıar genellikle altıgen. Her bir gende arapça birşeyler yazılmış. Kim okuyabiliyor Allah aşkına!.Bir genine, yani yüzüne Türkçe anlamı olamaz mı?
Dolmuş gelince, buluşmak üzere ayrılıyoruz.