Antalya... Kış güneşiyle ısıtan, portakal kokulu ılık havasıyla meşhur. Ancak sonbahar ve kış aylarına girdiğimiz bu dönemde, alıştığımız bereketli yağışlar bir türlü yüzünü göstermedi.

Dışarıdan bakıldığında her şey normal görünebilir; turistler hala kısa kolluyla dolaşıyor, deniz suyu sıcaklığı yüksek. Fakat yakından bakan, her geçen gün uzayan güneşli ve kuru günlerin, şehrimizin can damarı olan yeşil dokuyu nasıl tehdit ettiğini net bir şekilde görüyor. Bu durum, sadece bir hava durumu meselesi değil, geleceğimizin tarımını, doğasını ve yaşam kalitesini doğrudan etkileyen ciddi bir iklim krizidir.
Antalya, sadece deniz-kum-güneş üçgeninden ibaret değil. Aynı zamanda Türkiye'nin en önemli tarım merkezlerinden biri. 'Seraların Başkenti' unvanını taşıyan bu topraklar, domatesinden biberine, narenciyesinden tropik meyvelerine kadar ülkenin gıda tedarikinde hayati bir rol üstleniyor. Bu devasa üretim çarkının dönmesi ise, tamamen su kaynaklarına bağlı. Uzayan kuraklık, yer altı sularının hızla çekilmesine, barajlardaki doluluk oranlarının tehlikeli seviyelere düşmesine neden oluyor.
Bölgemizin iklimi, normalde kış aylarında bol yağış alarak, yaz aylarındaki buharlaşmayı ve tüketimi dengeleyen bir sisteme sahiptir. Şu an yaşadığımız durum ise, bu doğal dengenin dramatik bir şekilde bozulduğunun en açık göstergesidir. Toprak susuz, ağaçlar streste. Eğer bu kurak periyot devam ederse, önümüzdeki yaz mevsiminde tarımsal sulamada büyük kısıtlamalar kaçınılmaz hale gelecektir. Bu da sadece Antalyalı çiftçiyi değil, tüm Türkiye'nin sebze meyve pazarını etkileyecek bir domino etkisi yaratır.
Kuraklığın bir diğer sessiz kurbanı ise Antalya'nın eşsiz doğal güzellikleri. Düden Şelalesi'nin debisinin azalması, Köprülü Kanyon'un su seviyesindeki düşüşler ve Beydağları'ndaki kar örtüsünün gecikmesi, ekosistem için büyük riskler taşıyor. Bu doğal miraslar, hem biyolojik çeşitliliğimizin hem de turizmimizin temelidir. Onları koruyamazsak, 'Yeşil Antalya' imajı yerini yavaş yavaş solgun ve kahverengi manzaralara bırakacaktır.
Elbette, bu durum sadece bize özgü değil. Küresel iklim değişikliğinin etkileri tüm Akdeniz havzasında hissediliyor. Ancak Antalya'nın mikro iklimi ve yoğun tarımsal faaliyetleri göz önüne alındığında, bizim için risk katsayısı çok daha yüksek. Artık geçmiş yılların yağış ortalamalarına bel bağlamak yerine, bu yeni ve daha kuru normali kabul etme zorunluluğu ile karşı karşıyayız.
Bu noktada, 'yağmur duası'nın ötesine geçmek zorundayız. Yerel yönetimlerden başlayarak her bireyin sorumluluk alması gerekiyor. Acilen su yönetim planlarının gözden geçirilmesi, israfı önleyecek teknolojilere yatırım yapılması şart. Tarımda damlama sulama gibi modern yöntemlerin zorunlu hale getirilmesi, kentsel alanda ise peyzaj düzenlemelerinde az su isteyen bitki türlerinin tercih edilmesi elzemdir.
Aslında mesele sadece suyun ne kadar yağdığı değil, yağan suyu ne kadar verimli kullandığımızla ilgilidir. Şebeke kayıplarının azaltılması, gri su kullanımı (atık suyun geri kazanımı) projelerinin hayata geçirilmesi ve halkın bilinçlendirilmesi, uzun vadede kuraklığa karşı en güçlü kalkanımız olacaktır. Her damlayı bir hazine gibi görme bilincini yerleştirmeliyiz.
Unutmayalım ki, Antalya'nın 'sürekli tatil' havası, arka plandaki bu bereketli topraklardan ve bol su kaynaklarından besleniyor. Turizm ve tarım, birbirini besleyen iki ana direktir. Bu direklerden biri zayıflarsa, diğeri de ayakta kalmakta zorlanır. Kuraklık, sadece tarımsal bir sorun değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal bir güvenlik sorunudur.
Şu an pencerelerimizden baktığımızda güneşi görmekten keyif alıyor olabiliriz, ancak içten içe hepimiz biliyoruz ki, o gökyüzünden beklediğimiz sadece güneş değil, hayat veren damlalardır. Yeşil Antalya'nın rengini korumak için, hem doğanın cömertliğine ihtiyacımız var hem de kendi üzerimize düşen görevleri, dürüst ve kararlı bir şekilde yerine getirmeye.
Umarız önümüzdeki günlerde beklenen yağışlar gelir ve şehrimizin su depoları yeniden dolar. Ancak yağsa da yağmasa da, Antalya'nın geleceği için suyu bir milli servet olarak ele alan köklü bir zihniyet değişimine ihtiyacımız olduğu aşikardır. Bu acil durum çağrısını duymak ve harekete geçmek zorundayız.