Merhaba, Pers Medeniyetine ev sahipliği yapan İran’da, sanat kenti İsfahan’ın merkezinde kaldığımız otelin camından şehri şöyle bir izledim. Kum rengi evler, sanki az önce ortalığı yıkan fırtınanın ardından ayakta durur gibiydi. Renkleri soluk binaların rengarenk içleri, tarihleri ve yaşanmışlıkları karanlık camlardan bile hissediliyordu ve ben artık bu renkleri biliyordum.

Otelin en üst katında, sıcak İsfahan havasının eşliğinde yaptığımız kahvaltı sonrası düştük yollara. Rotamızda yazımın başlığına konu olan Çehel Sütun Sarayı vardı. Sıcak havaya rağmen çalışmayan klimasıyla, benim için alışamayacağım kadar karmaşık olan trafikte, uçarak ulaştık Çehel Sütun Sarayına.

Safevi Şahı 1. Abbas tarafından yaptırılan bu sarayın Türkçe karşılığı tam olarak Kırk Sütun. Türkçe adıyla Kırk Sütun Sarayı’nın yirmi adet ince ahşap sütunu, hemen girişte bulunan suya yansıyınca, yirmi sütun kırk sütun oluyor. Kısacası Kırk Sütun anlamını gölgesinden alıyor. Saray oldukça geniş bahçeye bir sahip, günümüzde de eskiden olduğu gibi botanik bahçeleri hala yaşatılmakta. Şah 1. Abbas tarafından eğlence ve kabul törenlerinde kullanılmak üzere özel yaptırılan sarayın seramik panellerinin ve fresklerin çoğu günümüzde yok edilmiş. Kimi batıda ki büyük müzelere satılırken, kimi İran halkının hayatını mahveden devrimde isyancılar tarafından darp edilmiş. Şıkır şıkır aynaların arasından gülümseyen eserlerin izinden, gölgelerin tarihini izlemek için zamanın gelmesini beklemeye başladık. Dışarıda hava oldukça sıcak olmasına rağmen ağaçların gölgesinde suyla oynayan kuşları izlemek muhteşemdi.

Ve derken o yirmi ince ahşap sütun, kendi gölgesiyle buluşup bize Çehel Sütun Sarayı’nın gizemli yanını izletti. Suyun yüzüne vuran tarih, ölümlü insanın ölümsüz eserleriyle inanılmaz güzeldi. Hayranlıkla belki saatlerce izledik, doyamadık saraya! Ne arşa bakar gibi baktığımız sütunlarından, ne bahçesinden ne de tarihin suya vuran gölgesinden ayrılmak istemedik ama her güzel şeyin bir sonu olduğunu unutmadık.

Arkamızda bıraktığımız Çehel Sütun Sarayı’ndan yolculuğumuzun ikinci durağına, bir zamanların zengin taciri Mollabashi ya da diğer adıyla Motamedi’nin Tarihi Evi’ne doğru yol almaya başladık. 18. Yüzyıldan günümüze yansıyan tarihi konağın kapı zilini çaldığımızda açılan kapının ardından bize yansıyan tarih inanılmaz görkemliydi. Safevi, Zend ve Kaçar dönemlerinin mimari özelliklerini barındıran konakta evin içindeki aynalı tavanlar, ahşap el işçiliği, boydan boya işlenmiş halılar İran estetiğini gözlerimizin önüne serdi. Görsel bir şölenin içinde beynim renkler, tasarımlar arasında gitti geldi inanın ki! Odaların her birine başka bir isim verilmişti bu konakta, Pardis, Taç, Mehr, Golşan, Orang bunlardan sadece bir kaçı. İran tarihinin en etkileyici konaklarından biri olan adıyla Motamedi’nin Tarihi Evi’nden ayrılırken burada yaşayan insanların, bir günlerinin nasıl geçtiğini düşündüm. Evin mahzeninde ki depoyu gözümde canlandırdım, o döneme ait her türlü yiyecek ve içeceğin bulunduğu bu kocaman mahzende ki sepetlerle kim bilir ne yiyecekler yukarıda pişirildi. Hemen yan taraftaki havuzlu oda öyle serindi ki büyük ihtimalle sıcak İsfahan gecelerinde burada oturup sohbet ediyorlardı. Havuzun etrafında ki ayrı ayrı oturma gruplarına hizmet eden bir çay servis bölümü ise çok dikkatimi çekti. Konakta tavandan aşağıya sarkan iple bezenmiş fanusa benzeyen camlar dikkatimizi çekince konağın görevlisine sorduk. O kadar şaşalı, süslü ötesi cafcaflı evde bu sorduğumuz fanusların içine, misafir geldiğinde canlı balık koyarlarmış. Yani her türlü şatafat düşünülmüş bu zengin konakta.

Bu tarihi konakta kim bilir ne hikayeler, ne acılar, ne mutluluklar yaşandı onu asla bilemeyeceğim ama her köşesi özenle yapılmış bu konağın hafızamdaki yerini hiç bir şey dolduramaz onu biliyorum. Tarihi kapıyı kapatırken şöyle bir dokundum ahşaba, belki tarih dokunuşlarla anlatır bana yaşanmışlığını diye…

Toprağının rengine benzeyen mimari dokusuyla, her kapının ardında başka bir gizem var İsfahan’da. Bütünüyle bir sanat kenti. Dışarıdan baktığınızda içeride ne olduğunu asla hayal bile edemeyeceğiniz bir tarihle yüzleşiyorsunuz her seferinde.

Unutmadan yazayım, İran genelinde çok fazla cami yok. Olan camilerde ise muazzam bir işçilik var. Örneğin camilerin minareleri öyle sivri değil. Hiçbir cami diğerine benzemiyor. Sakince okuyorlar ezanlarını, bağırmıyorlar sanki göğü yırtar gibi. Çini sanatıyla bezenmiş dokularıyla birer sanat eseri gibi kente bir estetik katıyorlar.

Güler yüzlü insanlarıyla , kültürüyle, estetik mimari anlayışıyla, anlat anlat bitmez İsfahan anılarımda bir diğer köşe yazımda Hasht Behesht Sarayı ve birbirinden özenle inşa edilmiş Khajou ve Si-O-Se Köprülerinden bahsedeceğim.

Umudun hep yanı başımızda olduğu dünya düzleminde keyifle yaşayabilmek, huzurla nefes almak ve dünyanın bize sunduğu güzellikleri, insan eliyle yok edilmeden görebilmek dileğiyle.

Her değişime ayak uyduran doğanın bilgeliği ve sanatın ışığında yeniden görüşene dek sağlıkla ve sevgiyle