Merhaba,

Büyük Kiros’un geniş topraklarında, Tebriz’in serin ve deli havasından yaklaşık 12 saatlik süren bir yolculukla İsfahan’a ulaştık. Uzun ve karanlık yollarda, araçlardan para istemek için üzerlik yakarak sürücülere kazasız yolculuklar dileyen kişiler ve çılgın şoför sanırım bu gezinin çok eğlenceli ve inanılmaz olacağının ilk göstergesiydi.

Tebriz’den sonra, unutmaya çalıştığım Antalya sıcağıyla daha otobüsten iner inmez yüzleşmek çok sıkıcı olsa da güzel bir kenti gezeceğim otogarın dokusundan belliydi. Devrim muhafızlarının kol gezdiği İsfahan otogarında kadınlara pek rahat verilmiyordu, hafif omuzlarınıza düşen şalınızı kibar bir dille örtmenizi rica ediyorlardı. Ülkenin genel kuralı olduğundan arada bir bende bu kurala istemeyerek de olsa uymak zorunda kaldım.

Işıksız ve delik deşik yollarla ulaşmaya çalıştığımız, bir zamanlar Safevi Devleti’nin başkenti olan İsfahan baştan aşağıya bir sanat kenti. Muhteşem oymalı kapıların ardında saklı yaşanmışlıkları, kitaplar dolusu yazılacak evleri, tarihi binalar, oymalar, farklı lezzetler ve şehrin en hareketli merkezlerinden Nakş-i Cihan Meydanı’nda ki Ali Kapu Sarayı, tüm ihtişamıyla Abbasi Hotel, kapısında sıra olan Shahrzad Restaurant, Çehel Sütun Sarayı, Vank Katedrali, Hasht Behesht Sarayı ve birbirinden güzel özenle inşa edilmiş Khajou ve Si-O-Se köprüleriyle, anlatılamayacak kadar güzel olan bu sanat şehrini hepiniz yakından görmelisiniz.

Ülke genelinde petrol fiyatları uygun olduğundan her yere inanamayacağız kadar ucuza, taksiyle gidebiliyorsunuz. Otele yerleştikten sonra kısa bir dinlenme molasının ardından zaman kaybı olmasın diye kentin sokaklarında dolaşmaya başladık. Burada Tebriz’de olduğu kadar Türkçe bilen olmasa da arkadaşım sayesinde rahatlıkla iletişim kurduk herkesle. İsfahan’da Farsça şarkılar eşliğinde dolaştığımız günler içinde arada bir Ferdi Tayfur seven taksicilerle sohbet ederek ulaştık gideceğimiz yerlere. Türk dizilerini çok sevdikleri gibi çoğunluğu Türkçeyi öğrenmeyi çok istiyor ve gelenlerle sohbet etmeye çalışıyorlar. Akıllarında en yakın ve daha ucuza ulaşabildikleri Van olduğundan Türkiye genellemesinde en tanıdıkları yer önce Van, sonra İstanbul…

Sokaklarında biraz dolaştıktan sonra akşam serinliğinde o muhteşem Nakş-i Cihan meydanına gittik. İçinde ne ararsanız bulabileceğiniz çarşısından tutunda insanların nefes almak için oturduğu kocaman bir meydan Nakş-i Cihan. Bir tarafta pişen mısırın kokusu, diğer yanda İsfahan’a özel dondurma için sırada bekleyenler. Hava ise akşam olmasına rağmen yeterince sıcak, buradan tek farkı ise nem olmaması.

Şıkır şıkır dükkanların içlerinde gezdik, baharat kokularıyla bezenmiş çarşıda ki gümüş takıların her biri diğerinden özel tasarlanmış. Minik antikacılar eski döneme ait paraları ve mühürleri satıyorlar. Ama o kadar pahalı rakamlar istiyorlar ki şaşarsınız. Sıcak havada sizi rahatlatan kumaşlarla hazırlanmış gömlekler, elbiseler derken el yapımı ayakkabılarla dolu dükkanlar. Bizim paramızın birazcık da olsa değerli olduğu bir ülke İran ama paranız yine de istediklerinizi almaya yetmiyor. Çünkü her şeyi almak istiyorsunuz.

Vakit kaybetmeden sokaklarında dolaştığımız İsfahan’da dünyaca meşhur Shahrzad Restaurant’ın kapısının önüne geldiğimizde ilk şaşkınlığımı yaşadım. Saat akşam 22.00 olmasına rağmen kapıda bir kuyruk ve elinde liste olan bir çalışan. Gelenler adını ve kaç kişi olacaklarını bu çalışana yazdırıyorlar ve restauranttan ayrılanlar olunca kişi sayısına göre sıradakini Shahrzad Restaurant’a alıyorlar. Kocaman bir han kapısının önündeki gür sesli adam bizim adımızı seslendiğinde oldukça aç bir halde üst kata çıkan merdivenlerin kırmızı halısına basmaya başladık ama etrafımıza bakmaktan kendimizi alamadık hatta açlığımızı unuttuk desem yeridir. Kırmızı halının bitiminden sonra başlayan tavan ve duvar resimleri aynalarla bezenmiş köşeler bir restauranttan çok bir müzenin içinde olmak gibiydi benim için. İran mutfağının lezzetlerinin sunulduğu bu şahane lokantada oldukça besleyici Ash-e Reshteh çorbasını gecenin o vaktinde içebilmek ise bir ayrıcalıktı. Çünkü biz saat 23.00 gibi içeriye alındığımızda halen sırada bekleyenler vardı ve restaurant müşteri alımını gece 24.00’de bitiriyordu. Çok şanslıydık bence…

Ertesi gün 1716 yılında Sultan Hossein’in emriyle inşa edilen ve önce kervansaray olarak kullanılan kocaman bir kapıdan Abbasi Hotel’e girdik. Herkesin rahatlıkla girebildiği bu kocaman sarayı Sultan Hossein annesine hediye ettiği için tarihte “ Şah’ın Annesinin Kervansarayı “ olarak anılıyor. Üst katlarda hotel olarak misafirlerini ağırlayan mekan kocaman bahçesinde günübirlik misafirlerine hizmet veriyor. Her yer çiçek, derinden gelen ve kimseyi rahatsız etmeyen bir müzik, masalarda sakin sohbetler. Işıl ışıl bir tarihin içinde şaşkınlıkla etrafı izleyen ben! Güzel bir çay sunumuyla izlediğim ve içinde bulunduğum her an tarihini içimde hissettiğim bu muhteşem mekandan çıkarken bir daha görebilecek miyim acaba buraları diye düşündüm, yakında saçma sapan bir savaşın eşiğinde olacağını bilemeden…

İran halkı eğitime önem veren yanlarıyla oldukça sakin bir toplum. Bağıran insan göremeyeceğiniz gibi, trafikte bile çok nadir korna sesi duyuyorsunuz! Her bir adımımı hafızama kayıtlayarak gezdim İsfahan sokaklarında. Lezzetlerinden duvarlarında ki süslemelere. Uzun soluklu İran gezi notlarımı belgesel gibi değil, samimi notlarla sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Hayat gerçekten gezince,gezerek öğrenince daha güzel ve paylaştıkça…

İran’da molla rejimine rağmen hiçbir şey anlatıldığı gibi değil. Savaşın çirkin yüzü İran halkını rahat bıraktığında lütfen geç kalmadan gezin bu güzel ülkeyi derim! Yol arkadaşım, sevgili rehberim, sanatçı dostum Mina Golzar’a ve ailesine teşekkürlerimle…

Her değişime ayak uyduran doğanın bilgeliği ve sanatın ışığında yeniden görüşene dek sağlıkla ve sevgiyle